Hata Yapmak Üzerine

Merhaba sevgili okurum. Bugün size hayatın hem çok içinden olan hem de bunu pek de kabullenemediğimiz bir olgudan bahsetmek istiyorum: hata yapmak. Bu yazımın amacı, kendimde de oluşturduğum hata yapmama üzerine kurulu yüksek beklentimi biraz olsun aşabilmek ve biraz olsun içini rahatlatmak. Eğer hazırsan başlayalım.

 

Alan Tanımamak

Geriye dönüp baktığımda, hata yapmamak için kendimi ne kadar kısıtladığımı ve bunun sonucunda daha az hata yapmadığımı; tam tersine, kendimi gerçek dışı bir beklentiye sokarak sadece stres yarattığımı fark etim ve bu kısa bir süreç olmadı. Sonra ise neden böyle bir beklentiye girdiğimi düşündüm, insan doğasında hata yapmak vardı. 

Hata yapma, yanılma, bir şeyleri karıştırma hakkını kendimizde görmediğimiz sürece bitmek bilmeyen bir kısır döngüde buluruz kendimizi. Önce kendimizi suçlarız, sonra hata yaparız, daha çok suçlarız ve olumlu giden işleri bile göremez oluruz. Bu döngüyü nasıl kırarız peki? 

 

Hatalarımızın Yarattıkları

‘’Hata’’ denildiğinde, aklımızda canlanan ilk imge olumsuz olsa da toksik olumlama yapmadan, gerçekten hatalarımızın yarattığı başka şeyleri görebilir miyiz istersek?  Bence evet.

Hata, sözlük anlamı gereği ‘’yanılmadan doğan durum, yanılgı’’ anlamına gelir. Peki yanılmadan doğan bir durum her zaman yanlış bir sonuç mu doğurur?

Bu sorunun cevabını, sanatçı Erik Kessels’in oluşturduğu bir sergiyle görebiliriz. Hollandalı sanatçı Erik Kessels, sanatında mükemmelden uzaklaşmanın doğru olduğunu savunup kendisinin  ve diğer sanatçıların ‘’kusurlu’’ olarak nitelendirebileceği parçaları bir araya getirdi bu sergi için. ‘’ Fabulous Failures’’(Muhteşem Hatalar ) isimli bu sergi, hataların farklı şartlar altında ve farklı perspektiflerden incelendiğinde aslında hata olarak nitelendirilmekten ne kadar uzak olduğunu gösteriyor bizlere. Eğer bu hataları benimseyip sergilemekten çekinmezsek, çok farklı güzellikler sunabileceğini gösteriyor.

 

Tekrarlayan Hatalar ve Çaresizlik Duygusu

Sürekli aynı hataları tekrarlıyorsak ve kendimizi sürekli başladığımız yerde buluyorsak? Hep aynı yollardan gidip farklı sonuçlar almayı umuyorsak evet, bu bir tür çaresizlik hissine yol açabilir; hep böyle devam edecekmiş gibi hissederiz. Notlarımız bir türlü yükselmiyorsa, yükseldiğinde de tekrar düşüyorsa, verdiğimiz kiloyu koruyamıyorsak, hafta içi devam ettirdiğimiz diyeti hafta sonu bozuyorsak. Peki bunun gibi kısır döngülerde ne yapmak gerekir? Modern toplumun bazen bireyselliğe fazla önem vermesi sonucu ‘’boşverme’’ olgusuna dayanıp ve ders çalışmayı, diyeti bırakmak mı? 

Ya da belki hafta sonu bozulan diyeti, cuma geldiğinde hissedip yapılan kaçamakları minimal düzeye indirmek mi? Hafta sonu neden kaçamak yaptığımızı ya da yediklerimizi neden ‘’kaçamak’’ olarak değerlendirdiğimizi bulmamız gereklidir belki. Beynimizde hata ile kaçamağı eşleştirdiğimizde, sürekli hata yapıyormuşuz hissine kapılırız. Fakat bunlar birebir örtüşen kavramlar değillerdir. Bir kavramın birden fazla eşleşmesi vardır, kaçamak yapıp kilo da verebilirsiniz mesela. Kendimize katı kurallar koymak, hiç hata yapmamaya odaklanmak yerine; yaptığımız diyete ve hayatımızdaki bu katı alanlara neden bu kadar önem verdiğimizi düşünmek de çaresizlik duygumuzu hafifletebilir. Bazen bir şeye o kadar odaklanırız ki, diğerlerini göremeyiz; ve sürekli hata yapıyormuşuz gibi bir yanılgıda oluruz.

Örneğin, kahve bardağımızın altındaki kahvenin çalışma masamıza bıraktığı ve geçmeyen izlere o kadar odaklanmışızdır ki;

bunların aslında bir sanat eseri meydana getirdiğini göremeyiz. Buna hata yapma sanatı da denebilir belki, ayrıca  göremediğimiz zamanlar da çoktur.

‘’Çocukluk Hataları’’

Çocukluğunuzu düşünün, o dönemde yaptığınız hatalar ne kadar ciddiydi, insanlar şimdiki kadar önemsiyor muydu bu hataları? Hayır, çünkü dünyamız daha küçüktü. Büyüdükçe ciddileşti ve çevremiz genişledi. Bazılarımız meslek sahibi olduk ve kendimize eskisi kadar alan tanımamaya başladık. Bahsettiğim şey suç değil, evet suç olgusu çok daha farklı bir konu. 

Bu hatalar her konuda olabileceği gibi, aşk kadar güçlü bir duyguda daha fazla olabilir. Geçmişte yaşadığımız acılar, ayrılıklar çoğu zaman pişmanlıklar getirerek gelir bize. Bu konuda çok sevdiğim blog yazarı Ceren Gündüz’ün kaleminden bir yazı bırakıyorum buraya. 

Diğer yandan, kendimizle ve hatalarımızla ilgili acımasız eleştirilerimizde küçüklüğümüzü ve onun hassas yanını unutuyoruz. Onu nereye gidersek gidelim yanımızda taşıyoruz, çoğu zaman bunu unutsak da hata yaparak gelişiyoruz. Nasıl hayat devam ediyor ve biz büyüyorsak; yaptığımız hatalar da artacak, bunun bir telafisi ya da çözümü yok. Bu gerçeği kabullenip hayatımıza devam edersek eğer ve gerçekten hatalarımızı benimser, onlar için bahane üretmezsek, bence o zaman gelişebiliriz. Sadece unutmuş, karıştırmış olabiliriz. Bunun için ekstra büyük olaylar olmuş olması ya da bilinçli yapılmış olması gerekmez. 

Bahsetmek istediklerim bu kadardı sevgili okurum, umarım bu yazım size hata yapma konusunda kendinize alan tanımanızı sağlar. Kendinize çok iyi bakın!

Editör: İrem Ülkebay

Bahar Dizisi Karakter Analizi

Merhaba sevgili okur. Bugünkü yazımda son zamanlarda ‘’Demek ki istenince böyle dizi de yapılabiliyormuş’’ dediğimiz bir diziden, Bahar’dan bahsedeceğim.

Hem unuttuğumuz pek çok duyguyu bize hatırlatan bu dizinin, bizler üzerindeki etkisinden hem de dizinin renkli karakterlerinin psikolojik tahlillerinden bahsedeceğim.

İLK BAHAR

Yazımızın ilk karakter analizine dizimizin başrolü olan Bahar’ın gençlik yıllarını tanıyarak başlamalıyız diye düşündüm. Ne de olsa geçmişini bilmediğimiz bir kişinin bugününü tam anlamıyla anlayamayız.

Bahar, sevgi dolu, hayata kendi ilklerini koyabilmiş, kendi ayakları üzerinde durabilen bir annenin kızı. Anladığımız kadarıyla babasının ölümünden sonra annesiyle birlikte birbirlerine sıkı sıkıya sarılmışlar. Bu bağ onların hayatlarını sevgi ve şefkat üzerinde kurmaya itmiş.

Bahar’ın bildiğimiz bir kardeşi yok, o sebeple olacak ki, hayatına giren arkadaşlarına kardeş gözüyle bakmış ve ilişkilerinde dostluğa önem vermiş.

Eşi Timur’un ailesinden çok daha samimi bir mahalle ortamında büyümüş Bahar.Çocukluğundaki bu samimiyeti tüm hayatı boyunca korumaya ve devam ettirmeye çalışmış.

Doktorluk mesleğini seçmiş, ancak bunun arka planında ‘’ kendimi bu fakir hayatta kurtaracağım’’ gibi bir kaygıdan çok, insanlara olan koşulsuz sevgisinin ve onlara olan yardım etme isteğinin etkisi var.

Ancak Bahar çok hassas bulunuyor. Bugün bizim şefkat kavramını ne kadar geri plana attığımız aşikar. Bahar da bunun cezasını çekenlerden. Bir mesleği icra etmek için insani duygulara yer vermemek gerekiyor günümüz iş dünyasında. Ancak ilerleyen zamanlarda Bahar bize unuttuğumuz duyguları tekrardan hatırlatarak bir insanlık dersi veriyor.

 Tıp fakültesindeyken kendi halinde ve çok da başarılı bir öğrenciyken Timur’u ve onunla beraber Rengin’i de tanımış Bahar.

Timur ve Rengin’in çalkantılı ve bana göre toksik olan ilişkisine uzaktan bir göz olarak bakmış. Rengin ilişkinin ne istediğini bilen tarafı, Timur ise her zamanki gibi cesaretsiz.

Bu ilişkide Rengin’in karşısında Timur’a merhamet duymuş Bahar. Rengin tarafından terk edildiğinde çaresizlik ve şaşkınlık içinde kıvrana Timur’a aşık olduğunu düşünmüş.

Burada anlayamadığım Timur’un o zamanlar Bahar’a aşıkmış gibi davranması haricinde Bahar’ı etkileyen neydi?

 

TÜMÖR

Bahar’ın hayatının tümörü olmak için tüm adımları başarıyla tamamlamış biri Timur. Annesinin, babası hastalandığında bile kendinden ödün vermeyen tavrını görmüş ve ondan önceki tüm hayatında da annesinin bencilliğiyle büyümüş bir adam.

Bahar ne kadar fedakarsa, sevdikleri için her şeyi göze alırsa; Timur o kadar kendini düşünen, bana göre bencil bir karakter. Ancak oyunculuk yeteneğinden kaynaklanan bir durum olsa gerek ki Timur’a zaman zaman Timur’a sempati beslediğimiz ve güldüğümüz noktalar oluyor.

  Üniversite yıllarında mavi orkide alarak Rengin’in gönlünü kazanmaya çalışan Timur’un bu ilgili tavırları Bahar’ı çok etkilemişti. Timur’un ilişkisi için çabaladığını zannetmişti Bahar. Ancak bu çaba daha çok Timur’un kendine aşılaması gereken bir hedef koyan, zoru seven yapsından kaynaklanıyordu. Burada Timur’un bugün düştüğü bir çelişki var. O da bir tarafı Rengin ile yasak aşkını devam ettirme çabası bir tarafı ise bu ilişki için yeterince cesur olmaması.

Ancak buradaki cesaretsizlik bence daha çok maddi sebeplerden kaynaklanıyor. Babası ölmeden önce tüm mal varlığını Bahar’ın üstüne geçirmiş, bu sebeple Timur eğer boşanırsa tüm varlığını kaybetmeyi göze alamıyor.

Üniversitedeyken Rengin’den ayrıldığı esnada Bahar’la tanışan, ayrılığın acısını yeni bir heyecan arayışıyla kapatmaya çalışan Timur, bu heyecanının doğurduğu sonuçları ne kadar üstelenebilmiş tartışma konusu.

Bir yanda hamile kalmasıyla birlikte tüm hayatı değişmiş olan Bahar, bir yandaysa tüm bu değişimlerden ne kadar az etkilenirim hesapları yapan Timur.

Yeni bölümler geldikçe artık Timur’un davranışları arkasında yatan sebepleri görmeye başladık. Oğlu Aziz Uras’la olan ilişkisinde kendi babasından ne öğrendendiyse aynı şekilde davranmak gibi bir tutum içerisinde. Kendi babasından sevgi gösterme şekli olarak aşırı disiplinli davranmayı öğrenmiş, oğluna da bu doğrultuda çok baskı kuran bir konumda. Ancak bu davranışı annesinden sevginin nasıl gösterileceğini öğrenen oğluna karşı ters tepmiş olacak ki Aziz Uras otorite olarak Evren hocayı tercih ediyor.

 

AŞKIN EN KOYU RENGİN’İ

Timur gibi cesaretsiz bir adama ve onun fedakar eşi Bahar’a karşı, kariyeri için bir ömür geçirmiş olan Rengin’in belki de en güçsüz olduğu nokta Timur’la olan ilişkisi. Hayatının her alanında başarılı olmayı dert edinen Rengin, mesleğinin en iyilerinden. Fakat bir kusuru var: Timur’a aşık .

Timur için kendi ailesini dağılabilmiş hatta bunun sonucunda kızı Parla’nın tüm sitemlerine boyun eğmeye çalışan biri Rengin.

Bahar gibi herkesin dışarıdan görüp sevdiği, benimsediği biri değil. Onunla bu konuda yarışamayacağını düşünüyor belki de.

SON BAHAR

Bahar’ın karaciğer nakli olacağı sürede başına gelenler onun gözünü açmıştı. Hayatının 20 yılını çocukları ve eşi için feda eden Bahar, ölümle burun buruna geldiğinde, eşi Timur’un hiç de kendisi gibi fedakar olmadığını öğrendi. Hatta Timur ilk başta Bahar’ın hastalığını bile önemsemedi. İlişkinin ilk zamanlarında çok düşünceliymiş gib davranan biri şimdi eşinin sağlığını önemsemez olmuştu.

Bu olaydan sonra aslında hayatta ne kadar yalnız olduğunun farkına varmıştı.

Timur’un annesine de bu zamana kadar hep saygıyla yaklaşmış olan Bahar, gerçek kötülüğü görmüştü onun gözlerinde. Aslında Bahar’ın başına gelenler kimsenin affedemeyeceği cinstendir bence. Ameliyat biter bitmez boşanma işlemlerini başlatması gerekirdi belki de. Hatta karşısına Enver gibi bir doktor çıkıp onu tedavi ettiğinde aklı da karışabilirdikapışabilirdir. Ancak Bahar Enver’i sadece kendi hayatı için bir ışık olarak görmüştü. Tanıştıkları ilk andan itibaren ona çok temkinli yaklaştı. Çünkü her şeye rağmen inandığı şey 20 yıllık ailesine verdiği değerdi.

Ameliyattan sonra adeta yeniden doğan Bahar, yıllar önce başkaları için feda ettiği hayatını şimdi kendisi için tekrardan kurmaya çalışmaya karar verdi . Bu sürede Timur Rengin ile olan ilişkisinin açığa çıkmasından ve Bahar’dan göreceği tepkiden ve tabi bunların doğuracağı sonuçlardan korktuğu için Bahar’ın mesleğe geri dönmesini istememekle kalmadı, onun yoluna engeller de çıkardı. Timur’un egosu zedelenmesin diye Bahar’ın hayalleri hiçe sayılıyordu.

Nihayetinde Bahar ile Timur aynı hastanede çalışmaya başladılar, ancak burada en çok rahatsız olan kişi Rengin’di.

Verdiği sözleri bir türlü tutamayan Timur’a öfke dolmuştu Rengin. Bir yandan Bahar’ı kıskanıyor, bir yandan da onun hastaneden gitmesi için elinden geleni yapıyordu. Ancak tüm bunları aslında korkak olan bir adam için yapıyordu.

EVREN HOCAM

‘’İşte adam gibi adam’’

Bahar’ın içindeki cevheri ortaya çıkarmasına, hayallerine ulaşmak için gerekli cesareti göstermesine teşvik eden çok sevgili Evren hocamız, her yönüyle Timur’un tam tersi. Timur bir ilişki içinde olmaya bağımlıyken Enver çok daha özgür bir yapıya sahip. Hem çok başarılı hem de çok alçak gönüllü. Kısa sürede yeni geldiği hastanede asistan doktorların sevgisini kazanmış biri.

Bahar’a olan ilgisi bence aşikar. Bence Bahar’da diğerlerinin güçsüzlük olarak gördüğü özellikleri o bir güç olarak görüyor.

Bahar’ın şefkatinden etkileniyor. Ancak Evren hocamızla alakalı bilmediğimiz pek çok nokta var. Yani bir kere geçmişini hiç bilmiyoruz. O sebeple karakter analizini biraz kendi tahminlerimden yola çıkarak ilerleteceğim.

Birinci tahminim Timur’a karşı önceden beslediği bir öfkenin olduğu. İkincisi de birincisinin sebebi olarak, Timur ve Evren’in babalarının bir olma ihtimali. Yani Enver’e verilmemiş ilgi Timur’a verilmiş olabilir. İşte üvey kardeş çıkarlarsa tam bir kaosun içinde buluruz kendimizi. En sevdiğimiz!

AZİZ URAS VE UMAY

Bahar’ı hayatta tutan iki kişi bence Aziz Uras ve Umay kardeşler.

İkisine de müthiş bir merhamet duygusu aşılamış Bahar. Annelerinin fedakarlıklarının çok farkındalar. Babalarına da bence hak ettikleri muameleyi gösteriyorlar.

Umay resim çiziyor, bu babası tarafından hiç hoş karşılanmadığı gibi bu isteğine engeller de koyuluyor. Bir yanda gizli gizli resim çizmeye çalışan ve annesinin çabalarıyla zar zor bir resim kursuna yazılan Umay, bir taraftaysa Rengin ile ilişkilerini ortaya çıkarmasın diye sus payı olarak en iyi resim kurslarıkurları önüne serilen,Umay’ın en yakın arkadaşı ve aynı zamanda  Rengin’in kızı Parla.

Umay henüz bunların hiçbirinin farkında değil, yalnızca annesinin neler yaşadığını eskisinden daha iyi anlayabiliyor. Çünkü babası 20 yıldır karısına yaşattığını kızına da yaşatmaya başladı.

 Bir de çok değerli Aziz Uras’ımız var. Her şeyiyle çok iyi, fakat bir kusur var: Seren ile sevgili.

Ben burada kendi görüşümü sunuyorum bana katılmayanlarınız olabilir ama, hiç olmuş mu yahu Aziz Uras gibi birisinin yanında bu kadar soğuk biri?

Annesi gibi şefkatli birini seçmek yerine kendisinin şefkat ve anlayış göstereceği birini seçmiş. Muhtemelen ailevi problemlerine hakim ve ona merhametle yaklaşmaya çalıştı. Ancak Bahar’ın hastaneye gelmesiyle Seren’in kıskançlığı gün yüzüne çıktı. Belli mi olur, belki de ilerleyen zamanlarda Bahar’ın müstakbel kayınvalidesi olduğunu öğrendiğinde, herhangi bir asistanken gösterdiği hürmetten daha fazlasını gösterir.

Seren’ e hiç objektif yaklaşmadığımın farkındayım, umarım ki ilerleyen bölümlerde onun da hikayesini öğreniriz ve empati yapabiliriz.

 

DİZİ HAKKINDA

Evet buraya kadar yayınlanmış bölümler ışığında karakterlerimizi tanımaya çalıştık. Şimdiyse dizinin bizim üzerimizde bıraktığı etkiden bahsedeceğim.

Öncelikle şiddet içerikli dizilerden bıkmış olan bize ilaç gibi geldi Bahar. Kıyafetleri, olay örgüsü ve oyuncularının kendilerine has özellikleriyle hepimizin ilgisini çekmeyi başardı. Bu zamana kadar aklımızda ilerleyen zamanlarda çözülmeyi bekleyen soru işaretleri oluştu. Umuyoruz ki bu yazımızdan sonra bizi daha da heyecanlandıracak şeyler olur. Bir sonraki yazıya kadar kendinize iyi bakın. Umarım sevmişsinizdir.

Şeyma Yılmaz

Sessizliğe Dair: Sessize Almak

Merhaba sevgili okurum. Bugünkü yazımda, sessizlikten ve getirdiği şeylerden, onu gürültüden nasıl ayırabileceğimizden bahsedeceğim. Bahsederken bazı olaylara da değineceğim, umarım seversin yazımı. İyi okumalar!

 

Şaşırmanın Ne Kadar Gerekli Olduğu Hakkında

Yazımı, bu sabah gördüğüm bir haberden sonra farklı bir yöne çevirmek istiyorum. Haber, Pakistan’da İslam’a hakaret etme suçundan öldürülen bir çocukla ilgili. Bu habere ve  ayrıntıları karşısında dehşete düştüm ve haberin ayrıntılarını araştırmaya devam ettim. Haberdeki çocuk henüz 22 yaşındaydı, benimle aynı yaşta. Çok fazla hayali ve idealleri vardı, savunduğu fikirleri; hayat görüşleri. Bazılarından farklı olsa da, yine de vardı ve bu sebepten öldürülmüştü. Bu haberle ilgili bulduğum başka bir kaynakta  Che tişörtü giydiği yazıyordu ve bu da linçlemelerin bir parçasıydı, giydiği bir tişört. Küçükken abimin de aynı tişörtü giydiğini hatırladım, sonra coğrafya kaderdir sözü geldi aklıma. 

Aynı çocuk dünyanın başka bir yerinde doğmuştu ve sırf bu sebepten öldürülmüştü. 

Haberin devamında yurt odası gösteriliyordu, duvarında yazılar vardı, yatağında giysileri, kendisinden geriye kalanları. 22 yaşındaydı henüz, benimle aynı yaşta. Fikirlerin dünyayı değiştirebileceği geldi aklıma; ve aynı zamanda mahvedebileceği de. Mahvettiğimiz bir dünyayla ve insanlarla karşı karşıyayız. Bitirdiğimiz hayatların her biri kendi içinde bir dünyaydı, her gün azalan ve artan suçlardaki öldürülen insan sayılarını izlerken bunu unuttuğumuzu fark ediyorum.

Tüm bu dehşet verici haberler karşısında insani duygularımızı git gide yitiriyoruz, en dehşet vericisi de; alışıyoruz.

Şaşırma duygumuzu da yitiriyoruz ve bence bu en tehlikelisi. Ve bu duygumuzu yitirdikçe, her gün daha da sessizleşiyoruz. Duyarsızlaşıyoruz, buna itiliyoruz. Sessizlik, çoğu zaman huzurlu gelir fakat bazen de gürültülü sestir, özellikle de ses çıkartılması gereken bir yerdeyse bu. Peki neden sessiz kalıyoruz? Ses çıkartmak anlam ifade etmediği zaman da sessiz kalabiliyoruz. Ya da olan biten karşısında yeterince dehşete düşmediğimiz zaman.

Bana kalırsa, empati ve vicdan duygusu dünyada olan biten karşısında dehşete düşmek, kaygılanmak ve üzülmekle körüklenen en insani duygular, aynı şekilde şaşırmakla da birlikte gelen. Artık maalesef alıştık ve şaşırmıyoruz, korkunç haberler karşısında tepkisiz kalıyoruz çünkü aynı haberleri yüzlerce kez duymuşuz, sadece isimler değişmiş ama olaylar aynı. Her gün dünyanın her yerinde binlerce kadınımız öldürülüyor. Ve bir katledilme haberi duyduğumuzda mimik dahi oynatamıyoruz. Katledilen her kadıın  da kendi içinde bir dünya olduğunu unutuyoruz, o kadın katletildiğinde sadece onu değil; onunla birlikte çevresinde yarattığı o muhteşem etkiyi de öldürüyorlar. Çevresindeki insanları ve o dünyaya sunduğu o müthiş etkisini de. Buradan öldürülen her kadını da saygıyla anıyorum ve çevresine dayanma gücü diliyorum.

 

Nasıl Ses Çıkartılır? 

Peki ya sessiz kaldığımızda ne olur, sessizlik nedir? Nasıl ses çıkartılır? Bana kalırsa, mantıksız ve fayda vermeyecek, sadece insanları rahatsız edecek bir gürültü sessizlikten çok daha iyidir. Çünkü akılcı olmayan ve bir işe yaramayacak bi ses zaten ‘’gürültü’’ gibi gelir insanlara, arka planda çalar sadece ve git gide duyarsızlaştırır diğer seslere de. Bu yüzden bence, neye ses çıkartacağımızdan çok nasıl çıkartacağımız daha önemli. Dünyada olup biten her şeye müdahale edemeyiz, sesimizi çıkartamayız ve olanlar için çoğu zaman elimizden bir şey gelmeyebilir. Ama yapabileceklerimiz ve yaptığımız şeyler doğrultusunda ufak da olsa bazı akışlara yön verebileceğimizi düşünüyorum. Ben de sesimi çıkarmayı, yapmayı en sevdiğim alanla, yazı yazmakla yapabileceğimi düşündüm, büyük kitleler tarafından okunmasa da yazım; on beş kişi bu yazıyı görse ve içlerinde bir yere dokunabilsem benim için çok değerli.

Bu noktada durup, blog ekibimden sevgili arkadaşım Şeyma Yılmaz’ın çok etkilendiğim bir yazısının linkini ekliyorum. Anlattığı konu ve anlatış şekli, savaşın vahşeti ve iç yüzünü anlatırken duyduğu empatik yaklaşım beni çok etkilemişti. Okumanızı tavsiye ederim.

 

 

 

Ayağa Kalkmak: Bu da Bir Sestir

Her ses işitilebilir olmaz, çünkü her ses farklı yerlerde gerçekleşir, hitap ettiği kitle farklıdır. Ses çıkarttığınızda, bunun duyulmayacağını bilirsiniz bazen; bu yüzden çıkartmamayı tercih edebilirsiniz. Bazen yanlış yerdesinizdir ama bunu da değiştiremiyor olabilirsiniz. Kendi içinizde yıktığınız her ön yargıyı ve oluşturduğunuz aydınlık ve yapıcı fikirleri kutlayın bana kalırsa, çünkü bu en zor olanıdır.

 ‘’İnsanlar neler yapıyor,’’ cümlesini pek çok defa duymuşsunuzdur, hatta belki çoğu zaman kendinize de söylemişsinizdir bunu. Kadınlar Gününde okulunuz olduğu için, çalıştığınız için ya da sadece gidemediğiniz için o yürüyüşe katılamamış olabilirsiniz, Instagramda herkesin paylaştığı bir yas haberini paylaşmak istememiş olabilirsiniz, insanlar da sizi bunun için yargılayabilir. Böyle durumlarda dışarıdaki ve kendi içinizdeki seslere aldırış etmemek de zordur, fakat sadece ses çıkartmanın bunlardan ibaret olmadığınızı hatırlamanızı isterim. Şu ana kadar verdiğiniz kararları düşünün, kendi adınıza ve başkaları adına ayağa kalktığınız zamanları. Yardım ettiğiniz insanları, ki bunun büyüğü küçüğü yoktur, imkanlarınızı ne denli zorladığınızı. Hep daha fazlasını yapabiliriz, ama yapamadığımız zamanlarda da, bence, kendimizi suçlamamayı, suçladığımızda da affetmeyi öğrenmemiz gereklidir. Çünkü affetmekten doğan bir empati hissi de vardır, o empatiyi kendimize karşı duyamazsak başkalarına karşı ne kadar anlayışlı olabiliriz ki?  

Ve bence en önemlisi: ayağa kalkmak da bir sestir ; o sırada ayaklarınız yere basar, merdiveni çıkar, ayakkabılarınızın topuklarından tüm dünya duyamasa da onu, bir tür tıkırtı sesi çıkar ve bu ses yeri gelir dünyayı değiştirebilir. Sadece bu sesin farkında olun isterim, o tıkırtı sesiyle neleri başarabileceğinizi. Dünyanın bir yerindeki ufak bir tıkırtı sesi, yeri geliyor dünyanın öbür ucunda devrim yaratabiliyor. 

 

Yazımı ortaokulda keşfedip o zamanlarda defalarca kez izlediğim, şu ana kadar bana çok ilham vermiş Ölü Ozanlar Derneği filminden bir sözle noktalamak istiyordum.

 

“You must strive to find your own voice, boys, and the longer you wait to begin, the less likely you are to find it at all.”

Kendi sesini bulmalısınız, ve başlamak için ne kadar uzun beklerseniz, bulmanız o kadar güçleşecek, diyordu Robin Williams bu filmdeki repliğinde.  Bu söz bana filmde en ilham veren replik olmuştu. Umarım sana da ilham vermiştir sevgili okurum.

Görüşmek üzere!

 

 

 

 

Ada Nuhoğlu

Dedikodunun Yan Etkileri

Merhaba sevgili okur! Bugünkü yazımda sizlere günlük hayatta sürekli bir şekilde kendimizi yapmaktan alıkoyamadığımız bir şeyden, dedikodudan, bahsedeceğim. Yazımda daha çok dedikodu meselesine samimi bir yerden bakmaya çalışacağım. Umarım seversiniz, keyifli okumalar.

Dedikodu, yani ortamda o an bulunmayan bir kişi hakkında konuşmak, küçüklüğümüzden beri bizlere hem etik açısından hem de dini yönden ‘’yapılması kötü olan bir şey‘’ olarak aktarıldı. 

Ancak bizler tüm bu bildiklerimize rağmen kendimizi ona karşı savunmasız bulmuş olacağız ki bir türlü karşı koyamadık.

Ben bu yazıyı yazmaya ise dedikodunun yan etkilerini fark ettiğimde karar verdim.

Size bu yan etkilerin neler olduğundan örneklerle bahsetmek istiyorum.

 

Dedikodu Çığ Gibi Büyür

Bazen kendimizi çevremizdeki, yakınımızdaki insanların davranışlarından rahatsız olurken bulabiliyoruz ki bu çok doğal bir durum. Ancak davranışından huzursuz olduğumuz kişi çok sevdiğimiz ve meseleyi ona açmaktan korktuğumuz bir kişi olduğunda afallayabiliyoruz. Bu afallamanın ve özellikle de korkunun sebebi, sevdiğimiz bir kişinin tüm özelliklerini sevmeliyim gibi bir düşünce ya da bu rahatsızlığımızı dile getirdiğimizde kabul görmeyecek olmaktan korkmak. Yani aslında bir kişiye ‘’muhalefet’’ olmak gözüktüğü kadar kolay bir iş olmayabilir, bu sebepledir ki duyulan rahatsızlığın dile getirilmesi zor olabilir.

Bu kişinin davranışına karşı duyduğumuz rahatsızlık hissini bir başkasına anlattığımızda dedikodunun yan etkileri yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlar.

İlk başta sevdiğimiz bir kişiden başkasına bahsettiğimiz için suçluluk duyabiliriz. Bu suçluluk hissi ‘’ben galiba kötü biriyim’’ gibi bir düşünceye de yol açabilir.

Aradan biraz zaman geçtiğinde aynı konuyu bu sefer bir başkasına aktarırız. Bu etkileşim bize farklı insanların fikirlerini getirir. Ancak bu fikirler bahsettiğimiz kişiyi tanımayan kişilerden geliyorsa daha duygudan arınmış, mantık açısından bakılan fikirler olabilir. Yani siz aslında sizi rahatsız eden kişiye beslediğiniz sevgiyle o kişinin davranışlarını tolere edebilecekken, onu tanımayan, ona karşı herhangi bir his beslemeyen kişilerin yorumları sizin olumsuz düşünmeye başlamanıza sebebiyet verebilir.

Yani ilk başta direkt o kişiye söylenilse aşılabilecek olan problem, siz başkalarına anlatmaya devam ettikçe çığ gibi büyür. Hatta bu artık sadece o kişiyi tanımayanlara değil, tanıyan insanlara da ulaşabilir ve bu da onların düşüncelerini de olumsuz anlamda etkileyebilir. ‘’ Yaa öyle mi yapmış, bak ben hiç bilmiyordum.’’ gibi bir cümleyi pek çoğumuz duymuşuzdur. Yani belki de bilinmeyen artık herkes tarafından bilinen olmuştur. Siz de o kişiyle eskisi gibi olmaktan artık çok uzaksınızdır.

 

Dedikodu Özgürlüğümüzü Kısıtlar

Şimdi vereceğim örnekse yakınımızda olmayan insanlar hakkında konuştuklarımızın bize yan etkilerini açıklayacak.

Tanımadığımız ya da bize uzak olan kişiler hakkında konuşurken daha rahat konuşabiliriz. O kişinin davranışlarının arka planını bilmeden yorum yapmak ve bu yorumları haklı çıkarmaya çalışmak da rastladığımız durumlardandır. Hatta bazı arkadaşlıklar sırf başkalarının hakkında konuşmak üzerine bile kurulu olabilir. Bu arkadaşlıklarda unutulmamalıdır ki, bugün başkası hakkında yapılan haksız bir yorumun yarın bize yöneltilmeyeceği meçhuldür. 

Biraz da başkaları hakkında çok rahat yorum yapan kişilerde gözlemlediklerimden bahsetmek istiyorum. Burada kendi çevrenizden de pek çok şeye rastlayabilirsiniz.

Başkaları hakkında çok sık ‘’atıp tutan’’ insanlar kendilerinin de eleştirileceğini düşündükleri için çok az aktivitede bulunabilirler. Onları sokakta bile az görebiliriz. Veya tam tersi de olabilir. Bu kişiler sürekli başka insanlarla bir arada olup başkalarını çekiştiriyor olabilirler. Öyle ki kendi başlarına kaldıklarında çok huzursuz olurlar, hemen başkalarına misafirliğe gitmek isteyebilirler. Onlar çoğu zaman tabiri caizse kaostan beslenen kişilerdir. Mesela ortaya bir konu atarlar ve bu konu çoğunlukla ortamdaki iki kişinin arasını bozabilecek bir konudur. Hatta bazen o iki kişi arasında tartışma çıkar ve konuyu ortaya atan kişi ‘’ Aman canım şimdi böyle bir şeyden ötürü birbirinizle tartışmayın.’’ der. Halbuki o bu konuyu zaten tartışma çıksın diye anlatmıştır. Herkes evlerine gittiğinde ise hemen bir başkasını arayıp yaşanan olayları abarta abarta anlatır bu kişi. Ah o yok mu o…


Bu kişilerde benim gözlemlediğim ve onların hayatları için de bence en önemli mesele olan ‘’tükürdüğünü yalamamak’’ düşüncesidir. Sürekli başkalarını eleştirerek dedikodu yapan kişiler aslında fark etmeden kendi özgürlüklerini kısıtlamış olabilirler. ‘’Millete laf edip kendin yapıyorsun.’’ gibi iğneleyici bir ses onların bilincinin en derinliklerinden kendini duyurmaya çalışır. Buna örnek olarak pantolon giyen kadınları eleştiren birini ele alalım. Pantolonu giymeme tercihi tamamen şahsi ve kimseye zararı olmadığında bizim ele almamız gerekmez. Ancak bu kişi kendi fikrini başkalarına zorla dayatıyorsa veya dini açıdan bir sömürü haline getiriyorsa bizim bu noktaya bir açıklık getirmemiz gerekir. Kıyafet tercihlerimize başkalarının ‘’laf etmesi’’ pek de hoş değildir. Ancak bu kişinin giydiğiniz pantolona her gördüğünde laf ettiğini düşünün, böyle bir durumda siz kararınızdan eminsinizdir ve sizi çok da etkilemez belki. Ancak bunu söyleyen kişiyi çok etkiler. Nasıl mı? Bir kere bu kişiler söyledikleri sözün ve başkalarına karşı sizi çekiştirmelerinin arkasında durmak için hiçbir zaman pantolon giymeme gibi bir sınır koymuş olabilir kendine. Hatta eşofman bile giymez, çünkü bir kere size laf etmiştir ve kendisi artık etek giymekten çok sıkılmış olsa bile pantolon giyemez. Bunu nasıl bir kısıtlanma olduğunu düşünebiliyor musunuz? Artık eteği kendi inancı, doğru bulduğu ve rahat ettiği şey olarak değil; ‘’el alem ne der’’ gibi bir düşünce yüzünden giymemektedir. Tabi bu örnek çok farklı şekillerde de yorumlanabilir. Ben şu anda gözünüzde dedikodunun yan etkileri daha iyi canlansın diye bu örneği verdim.

Gelelim sonuca: Sapiens kitabında dedikodunun insan evriminde homosapiensin hayatta kalmasının sebebi olduğu söyleniyordu. Yani bu anlattıklarımdan farklı olarak, kitleleri yönlendirme, bir sonraki aşamaya geçmede dedikodunun büyük bir rolü varmış. Buna sadece böyle de bir görüş var olarak bilinsin diye değinmek istedim. Konumuza dönecek olursak, örneklerde de görüldüğü üzere, dedikodu bizim düşünce sistemimizi değiştirir, hayatımızı ve özgürlüğümüzü kısıtlar. 

Okuduğunuz için teşekkür ederim, umarım sevmişsinizdir. Bir başka yazıda görüşmek dileğiyle.

Yazar: Şeyma Yılmaz

Editör: İrem Ülkebay

Kaynak

Harari, Y. N. (2015). Hayvanlardan tanrılara sapiens. (E. Genç, Çev.). Kolektif Kitap. (Orijinal çalışma basım tarihi 2011).

Pandora’nın Kutusunu Açmak: Aşık Olmak ve Bağlanmak

aşk

Herkese tekrardan merhaba. 1 sene sonra blogda tekrar yazıyorum ve açıkçası biraz heyecanlıyım. Hazır bu ay aşk ayıyken dedim neden aşkla ilgili bir şey yazmayayım. Biraz aşktan bahsettikten sonra bazı aşk şarkılarını inceleyeceğim. Hadi gelin lafı çok uzatmadan yazıya geçelim.

aşk

Pandora’nın Kutusu Nedir?

Öncelikle sizlere Pandora’nın Kutusundan bahsetmek isterim. Yunan mitolojisinde bir gün Prometheus Zeus’tan ateşini çalar ve ateşi insanlara verir. İnsanlar bu sayede ateşi kullanarak gelişmeye başlar. Zeus bu duruma çok sinirlenir ve Prometheus’u cezalandırmak ister. Bunun için de Pandora adında bir kadın yaratır. Pandora’yı Epimetheus’a evlenmesi için gönderir. Pandora o kadar güzeldi ki Epimetheus direk kabul eder. Zeus Pandora’ya bir kutu verir ve bu kutuyu sakın açma der. Fakat Pandora merakına yenilir ve kutuyu bir gün açar. Kutuyu açtığı anda bütün kötülükler çıkmaya başlar. Kin, nefret kıskançlık, hastalık, acı ve dahası… Bunu gören Pandora panikler ve hemen kutuyu kapatır. Ama bir şey daha çıkar bu kutudan umut. Bu olaydan sonra insanlığın üstüne bu kötü olaylar çökmeye başlar. Bu hikâye aslında bize merakın nelere yol açabileceğini ve aynı zamanda umudun en karanlık anda bile bize ışık tutacağını gösterir.

pandoranın kutusu

 

Pandora’nın Kutusu ve Aşkın Bağlantısı

Âşık olmak, birini sevmek ve birine bağlanmak zamanla olur. En azından ben ilk görüşte aşka inanmam, zaman geçirmek ve tanımak gerektiğine inanırım. Bu olayda da aslında şöyle bir benzerlik var: ilk zamanlar hoşlandığımız ya da beğendiğimiz biriyleyken her şey güllük gülistanlık giderken, her şeyi toz pembe görürken, âşık olduğumuzda bağlanmaya başladığımızda yani bu metafora göre Pandora’nın Kutusu açıldığında oluşan kaygılar, ağlama krizleri, ya beni bırakırsa düşünceleri, sürekli özleme ve sonucunda oluşan üzüntü, kavgalar, takıntı, kıskançlıklar ve dahası ile bağdaştırabiliriz. Aşk beraberinde bize çok acı da getirir. Zaten aşk bir tür delilik hali gibidir. Her şeyi yapabilirsin o kişi için ve o kişiyi kaybetmemek için. Ama Pandora’nın Kutusunda da olduğu gibi umut… Ne kadar kaygı, kıskançlık, acı barındırsa da bunun yanında aşk her zaman umut barındırır içinde. O kişiyleyken huzur buluruz, tutkumuz çok daha fazla olur, mutlu oluruz, bağışlarız, eğleniriz ve umutlu oluruz “biz” e dair. Zaten bahsettiğim gibi Pandora’nın Kutusu meraktan dolayı açılıyordu. Biz birine karşı bir şeyler hissettiğimiz zaman delice bir merak duygusu yaşarız, bilmek isteriz. 

aşık olmak

Ama tabi şunu da unutmayın aşk geçicidir, aşk yerini sevgiye bırakır. Birini çok sevmek zaten aşktan çok daha sağlıklı bir duygu en azından o kişiyi olduğu haliyle seviyoruz ve daha sağlıklı bir ilişki sürdürüyoruz. Aşkta ise bir göz yanılması, yanlış tanıma olabilir çünkü birine âşık olmak bazen onun hakkında bazı gerçekleri görememeyi de beraberinde getirir. Kişilerle olan benzerliklerimiz ve uyumumuz bizi o kişiye bağlar ve sevmeyi sağlar. En azından ben zıt kutuplar birbirini çeker insanı değilim, benzerlikler birbirini çeker insanıyım. Bir kadınla bir erkeği birbirine yakınlaştıran şeyler zaten birlikte eğlenebilmek, sohbet edebilmek, yanında huzurlu ve rahat olmak, ten uyumu, birbirini anlamak ve anlayışlı olmak ve kendi gibi davranmak birbirine. Siz ne düşünüyorsunuz bilmem. Aslında bazı kişiler için onu ilk gördüğün andan beri tanıdık bir his alırsın ve bir gün onunla bir şey yaşayacağını sadece bilirsin ve zamanla seversin. Yaptığım benzetmeden sonra biraz aşk yorumuna kaçmış olabilirim ama olsun. Bu arada aşkla ilgili bir önceki yazımı okumak isterseniz buraya bırakıyorum. 

Gelin şimdi bazı aşk şarkılarını inceleyelim!

 

Üç Kalp- Hepsi/Ajda Pekkan

“Karar ver artık kimi daha çok sevdiğine
Kararsız olma, sen üzme herkesi
Kalbinde kim var, o mu yoksa ben mi?

Bilmek isterim, yolumu çizeyim”

Benim en sevdiğim aşk şarkılarındandır biridir kendisi. Bu şarkıyı bilenler vardır ama bilmeyenler için şarkı bir kişinin iki kişi arasında kalıp seçim yapamamasını ve iki kişiyi de sevmesini anlatıyor. Buna herkesin farklı bir yorumu var. Kimi için birden fazla kişi sevilebilirken kimileri için kalp sadece bir kişiyi gerçekten sever ki bence de kalp sadece bir kişiyi sever. Diğer kişi ya bir yanılmadır ya da ilk kişiden vazgeçememe durumu vardır. Bu durum belki de geçmişte ilgi göremeyen, kimse tarafından sevilmediğini düşünen kişilerin en ufak bir ilgiye kanıp bir süre sonra o kişileri sevdiğini düşündürtüyor olabilir. Bir diğer durumsa başka birini sevmeye başladığı halde kişinin bağlanma problemi olduğundan ilk kişiden kopamama, bırakmaya cesaret edememe, alışkanlıklardan ve ilgiyi kaybetmek istememesinden dolayı elinde tutmak istemesi sebep oluyor olabilir. 

Tabi ki bazı insanlarda aynı anda iki kişiyi sevme ya da hoşlanma durumu olabilir ama bu sevme dereceleri eşit değildir. Her zaman biri daha ağır basar. Arkadaşlıklarda bile belli arkadaşlar daha ağır basıyor. Şarkının ortalarında da dediği gibi “Gözler beni arar, kalbin onu düşünür. Tercih yap sonra üç kalp birden ölür.” eğer kişi bir karar vermezse iki kişiyi de oyalarsa bu hem o insanlara hem de kendine acı çektirmekten başka bir işe yaramaz. Herkes yaralanır. Ki burada da aslında bence “kalbin onu düşünür” kısmında o kalpte olan kişinin daha çok sevildiği görülüyor. Eğer bu şarkıyı dinlemek isterseniz diye buraya linki bırakıyorum. Siz siz olun böyle durumlarda kalmayın. Bide size Charles Bukowski’den bir söz bırakayım “Eğer iki kişi arasında kalıyorsanız; ikinciyi seçin. Çünkü birinciyi gerçekten sevseydiniz, ikincisi olmazdı.”

serena ve nate

Aşk Her Şeyi Affeder Mi? – Hepsi/Özlem Tekin

“Aşk her şeyi affeder mi
Dersin zamanla geçer mi
Güzel günlerin hatırına

Aşk her şeyi affeder mi?”

Bu şarkıda da kişi ilişkisi olduğu kişiye bağlanmaktan korktuğu için sevgilisini aldatıyor. Bunun sonucunda da özür diliyor pişmanlık çekiyor. Kaçıngan bağlanan kişilerde aldatma olasılığının daha yüksek olduğu görülüyor. Kaçıngan bağlanma dediğimiz şey sevgisini gösterememe, sevgiden kaçma ve bağlanmaktan samimiyetten kaçmak diye kısaca açıklanabilir. Bu şarkı bize aşkın neleri affettirebileceğini düşündürüyor. Bence şarkıdan yola çıkarsak aldatılmak affedilmez ama çok da büyük konuşmamak gerekir. Çünkü birini delicesine seviyorken aşıkken yapmam dediğimiz çoğu şeyi yaparız. Başka konularda ise aslında aşkın her şeyi affetmemesi gerekir. Bize saygısızlık yapan, kötü hissettiren, değersiz hissettiren ve iyi gelmeyen bir ilişkide olan hataları affetmek sadece bizde hasar bırakır ve bize acı çektirir. Ama aşk öyle bir şey değil dediğim gibi. 

Aşk çoğu zaman çoğu şeyi affeder. Yapılan bir yanlışta ne kadar üzülürsek ve sinirlenirsek sinirlenelim hep bir bahane bulur ve affederiz. O yapılan yanlışları hiçbir zaman unutmayız, onu kafamızda bir rafa kaldırır ve devam ederiz. Her şey yine iyi olsun isteriz. Ama bir süre sonra biriktirdiklerimiz içimizde taşmaya başlar ve etkilerini görmeye başlarız. Güven eksikliği, ilişkide sorunlar, karşımızdaki kişiye olan tavır ve hislerimiz travmalar oluşur. Belki öncesinde de affettiğimizi sanırız ama affedemeyiz sadece susarız. Benim bu soruya net bir cevabım yok arkadaşlar aşk dinamiktir ne zaman ne yaşatacağı belli olmaz. Hiçbir zaman kesin konuşmamak da gerekir. O yüzden durumuna ve koşullara bağlı olarak aşk her şeyi affede de bilir affetmeye de bilir. Ama siz size saygısızlık ve haksızlık eden birini affedecekseniz iki kere düşünün. Çünkü her şeyden önce sizin mutluluğunuz önemli.

carrie ve big

 

Still Loving You- Scorpions

“Time
It needs time
To win back your love again
I will be there”

Bu şarkıya ciddi anlamda bayılırım. Gerçi çoğu Scorpions şarkısı efsane. Bu şarkıda giden bir sevgiliye karşı duyulan özlem ve geri kazanma isteğini görüyoruz. Hala delicesine seviyor sevdiğini. Kişi sevdiği kişinin sevgisini kazanmak için sonuna kadar bekleyeceğini ve elinden ne geliyorsa yapacağını söylüyor, katılıyorum. Bir kişiyi seviyorken ilişkimiz bittiyse onu geri kazanmak için her yolu deneriz. Bunu o kişiye de gösteririz. Aslında zaten sevdiğimiz kişiyi geri kazanmak ya da direkt kazanmak için çabalamamız gerekir. Kestirip atmamamız gerekir. Ama karşımızdaki kişi istemiyorsa da buna yapabilecek bir şeyimiz yoktur. Sevgimizi de alıp önümüze bakmamız gerekir. Aksi takdirde bu uzun vadeli giderse hem o kişiye rahatsızlık veririz hem de bu takıntıya dönüşmeye başlar. Aşk zaten içinde takıntı barındırır. Fakat istenmediğimiz yerde durmaya çalışmak senelerce çabalamak bu takıntıyı daha da arttırır ve sevgi olmaktan çıkar bu artık. Sadece elde etme arzusuna dönüşür. Gerçekten sevdiğimiz bir kişiden ayrıldıktan sonra o kişiyi hala sevmeye devam edebiliriz ama bunu kendi içimizde yaşamamız gerekir.

ted ve robin

 

Complicated- Rihanna

“Why is everything with you so complicated?
Why do you make it hard to love you?”

Ve son şarkımıza geldik. İlişkilerin ve sevmenin karmaşıklığından, belirsizliğinden bahsediyor bu şarkı. Dediğim gibi her ilişki karmaşıktır ve içinde her zaman bir bilinmezlik taşır. Ne zaman ne olacağını bilemeyiz. Sevmek çoğu zaman zordur. Fedakarlıklar gerektirir; kıskaçlık, merak hissederiz. Karşımızdaki kişi bize karışık sinyaller verdiğinde ya da kırıcı bir şey yaptığında sürekli bunu düşünürüz ama yine de sevmekten, o kişiyi istemekten vazgeçmeyiz. İlişkiler ve aşk hep dediğim gibi içinde her duyguyu barındırır. İyi ve kötü. Ama önemli olan ilişkilerde olan sorunları halledebilmek, parterimizle uyumlu olmak, anlayış göstermek, birbirimizi anlamaya çalışmak olmalı. Eğer iki taraf da bunları yaparsa sorunlar aşılır. İki taraf da birbirlerini belirsizliğe sürüklemezse de engeller aşılır. Bir taraf çok sevip verici olup diğer taraf yapmazsa da bu ilişki ilerlemez. İki tarafında dengeli olması gerekir. Uzun lafın kısası aşk ve sevmek karmaşık olsa bile çok güzel bir duygu. En azından benim gibi kendini aşk insanı görenler için…

ilişki

 

Evet! Yazımın sonuna geldim sevgili okur. Açıkçası ben de yazmayı özlemişim. Bir dahaki yazımda görüşmek üzere. Kendine iyi bak!

 

Editör: İrem Ülkebay

Aşkı Harcamanın 80 Yolu

güvenli bağlanma

Merhaba sevgili okur bugünkü yazımızda 14 Şubat Sevgililer Günü’ne ithafen ‘Aşkı Harcamanın 80 Yolu’ şarkısı üzerinden bağlanma türlerini ve bunlara örnek olan çiftlerimizi anlatacağız.

Öncelikle bilmenizi isteriz ki bağlanma türleri bizim burada bahsedeceğimizden çok daha kapsamlı bir konudur. Biz bu yazımızda; şarkımızda geçen örneklere uygun bulduğumuz bağlanma türlerinden bahsettik. Bahsettiğimiz çiftler ‘tam anlamıyla bu bağlanma türlerine kesin olarak örnektir’ gibi değil de ‘bahsettiğimiz çiftlerde ilgili bağlanma türüne özgü olan davranışlara şu örnekler vardır’ gibi bir yerden ele almaya çalıştık. Hiçbir bağlanma türüne verdiğimiz örnek patoloji veya bir tanı belirtmiyor bunu da atlamayalım.

Ayrıca ‘Hasta mıyız?’ yazımızda da ele aldığımız bir nokta olan ‘’ben de bu hareketleri yapıyorum o zaman kesin bende de bu var’’ gibi çıkarımlar yapmak yazımızı okuyan kişilerin düşünmesini istemediğimiz türde bir şey. Burada sadece belli bağlanma türlerine bazı çiftlerden belli davranış örneklerini göstermek maksadındayız. Çok açıklama yaptık, sıkılmayalım, yazımıza geçelim.

Güvenli Bağlanma ‘Ölümüne Sevenler’

Bir ölümüne sevenler

Durmadan denerler

İnatla kaybederler

İlk bağlanma türümüz olan güvenli bağlanma modelinde; çocuklukta bakım verenle kurulan düzenli, sağlıklı, güvenli ilişki yetişkinlikte kurulan romantik ilişkilere rahatlık ve güven olarak yansır.

Güvenli bağlanan kişiler, ilişkilerde ihtiyaçlarını dile getirebilir ve karşısındakinin ihtiyaçlarına da kulak verir. Şarkımızda geçen ‘ölümüne sevenler’i  bağlanma kuramında güvenli bağlanma kategorisinde yer alan ‘güvenli bağlananlar’ olarak ele aldık. Ancak burada belirtmeliyiz ki ölümüne sevmekle kastettiğimiz patolojik derecede bağımlı olmak değil. Sadece aşkını sürdürmede, gelecek düşünmede sıkıntı yaşamamak gibi bir yerden bakıyoruz. 

“Kainatı yakarım Leyla”

Bu bağlanma türüne örnek olarak ilk olarak Leyla ile Mecnun dizisinin ‘ilk’ Leyla’sı ve Mecnun’unu ele alacağız.

Mecnun samimi ve içten bir ailede büyümüştü. Annesi ve babasıyla olan dostluk ilişkisi ona çocukluktan itibaren güven vermiş olacak ki hem Yavuz ve İsmail abiyle sıkı bir dostluk geliştirebilmiş hem de Leyla’sı için ‘kainatı yakarım’ diyecek kadar sevebilmişti.

Onu ilk gördüğü anda “Baba bu kız çok güzel” diyen Mecnun; Leyla’sını hep çok sevmişti. Leyla ile olan ilişkisinde sürekli bir sorgulama ve Leyla’yı test etme peşinde değildi. Onu tüm yönleriyle kabul etmişti. Onun için tüm dünyayı karşısına alabiliyordu. Leyla’yı ‘ölümüne’ seviyordu ki Leyla’nın ölüm haberini aldıktan sonra “baba beni buraya göm” diyebilmişti. Mecnun Leyla’nın ölümünden sonra toparlanmakta çok zorlanmıştı. Kimseyle konuşmadığı bir dönem olmuştu. Ancak tüm bunları da geride bıraktı ve hayatına devam etmeye çalıştı. Bundandır ki hayatına farklı ‘Leylalar’ girdi. Burası dizinin sevenleri tarafından da eleştirilen bir nokta. O sebeple biz bu konuya sadece güvenli bağlanmaya örnek olabilecek kısımları ele alarak bakıyoruz. 

leyla ve mecnun

Güvenli Bağlanmaya Başka Bir Örnek Çiftimiz: The Office dizisinden Jim ve Pam

(Dikkat spoiler içerebilir.)

Aslında Jim çok uzun bir süre şarkımızda sözü geçen  ‘platonik sevenler’ kategorisindeydi. Ne mutlu ki işler Jim’in istediği gitmişti ve Pam ile bir ilişkiye başlayabilmişlerdi. Jim ve Pam ilişkilerinde birbirlerine hep sadık, anlayışlı ve rahattı. Birbirlerinin hislerine ve isteklerine kulak veriyorlardı. Onların hayatlarına kim girerse girsin birbirlerine odaklanmayı biliyorlardı. En önemlisi birbirlerini çok iyi tanıyorlardı ve bu da onların birbirlerine olan güvenini sağlıyordu. İlişkinin en zor evresi olarak görülen uzaktan yürütmeye çalıştıkları dönemde bile kulaklıkla birbirlerini tüm gün sanki birliktelermiş gibi mutlu hissettiriyorlardı. Mesafelerin aslında istendiğinde ne kadar önemsiz olabileceğini gösterdiler bizlere. Hayatı birbirleriyle ve birbirlerine güzel kılmayı başardılar. Zaten aşk bu yüzden yok muydu?

güvenli bağlanma 

Düzensiz Bağlanma ‘Sevmeden Sevenler’

Ne gel, ne git, ne gerçek, ne mit

Ne var, ne yok, onda varsa bende yok

Bir yakınlaş, bir uzaklaş, kovala sonra da kaç

Gitgide aptallaş, ne saçma bir savaş

Düzensiz bağlanan kişiler çocuklukta sıklıkla ihmal ve istismara maruz kalmış kişilerdir.Bu sebeple ilişki kurmaya istekli olsalar bile kurdukları ilişkilerde incinmemek için kendilerini hep korumaya çalışırlar. Bu kişiler ilişkilerinde aşk ve nefret arasında gidip gelirler. Bir gün çok aşık hissedip bir gün ise tamamen o aşkı reddedip kaçma girişiminde bulunabilirler.

Chandler ve Janice

Düzensiz bağlanmaya örnek olarak Friends dizisinin Chandler & Janice’ini  vereceğiz. Biz onu Monica ile olan güven ilişkisiyle sevdik ancak Monica’dan öncesinde biri daha vardı: Janice

Chandler Bing annesi ve babasının ayrılığıyla birçok şeye güvenini kaybetmiş biriydi. Aile kavramı çok küçük yaşta kafasında olumsuz bir şekilde oturmuştu. Birisini hayatına almak, birini tüm kusurlarıyla sevmek ve hayatında bir yere koymak imkansızdı. Kurduğu kısa süreli ilişkilerin tamamında hep kaçacak bir yer bulurdu. Janice ‘in sesinden ve gülmesinden nefret etmesine rağmen kendisini hep o toksik ilişkinin içinde bulurdu. Janice’e bazen aynı evde yaşayalım diyecek kadar aşk, bazense ondan kaçmak için Fas’a gidecek kadar nefret besleyebiliyordu. Tabi bunların hiçbiri Chandler’da abartılı bir şekilde bulunmuyordu. Öyle ki Monica ile ilk zamanlar zorlansa bile sonrasında güvenli bağlanan bir ilişki kurabilmişti.

chandler ve janice 

Bihter ve Behlül

Düzensiz ilişkiye bir başka örnek olarak Aşkı Memnu’nun Bihter& Behlül’ünü  verebiliriz. Behlül annesiyle kuramadığı ilişkinin açığını hep düzensiz veya düzenli olsa bile aldatmalı ilişkileriyle kapamaya çalıştı. 

Onun için birini sevmek değil, onu elde edebileceğini kendisine kanıtlamak önemliydi. Görünüşü dolayısıyla istediği herkesi elde edebildiğini düşünüyordu. Ancak Bihter onun için zor biriydi. Önünde Adnan engeli vardı. Behlül’ü etkileyen şey Bihter değil Bihter’in yasak olmasıydı. Nihal’in resital gecesinde Bihter, Behlül’e aşkını itiraf edince Behlül aslında o noktada istediğine ulaştığını kendine kanıtlamış oldu. Bundan sonrası ise bize göre Behlül’ün kendini tatmini için olan oyundan ibaretti.

Bihter’in şu son cümlesi aslında Behlül’ün Bihter’e tüm hissettirdiklerini özetler nitelikteydi:

‘’Beni kaybetmeyi göze alabiliyor musun? Beni… Beni… Beni beni Bihter’ini…’’

Halbuki hiçbir zaman Bihter, Behlül’ün Bihteri olmamıştı…

bihter ve behlül

Şeyma Yılmaz

 

Ben de kendi aktaracağım kısımda, Kaçıngan ve Kaygılı bağlanma tiplerini ortak bir film üzerinden ele alacağım ve arada bu şarkıyı da anımsatacağım sizlere. Filmimizin adı ‘’Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku.” Hoş geldiniz ve iyi okumalar sevgili okur.

 

Kaygılı Bağlanma ‘’Yapış Yapış Sevenler’’

Kaygılı bağlanma tipindeki bireylerin bir ilişkiyi sürdürememe ya da sürdüremeyeceklerini inanma nedeni; sürekli terk edilme korkusu yaşamalarıdır ve altta yatan muhtemel sebeplerden biri ise, çocukken yeterli duygusal desteği ve alamamalarıdır. Bu da, yetişkinliklerinde karşılaştıkları sevgiden şüphe duymalarına yol açabilir.

Peki çocukluk gerçekten bu kadar etkili midir, hatırlamadığımız anılarda bile?

Evet, daha ilk doğduğumuz andan itibaren annemizden ya da bize bakan kişiden aldığımız ya da alamadığımız çoğu tepki, destek ve şefkat düşündüğümüzden daha fazla etkilidir. Kaygılı bağlanma tipindeki bir çocuk, ebeveyni ya da bakıcısı tarafından terk edilme endişesi içinde olur. Örneğin; annesi yanından ayrıldığında, bu kısa süreliğine de olsa onu bir defa göremeyeceğini düşünebilir.

Şarkıda bahsedildiği gibi ‘’yapış yapış severler.’’ Fakat bunun sebebi ise bıraktıklarında yere düşeceklerinden korkmalarıdır.

‘’Adam kadını çok seviyor. Sevdikçe ruhu büyüyor. Ruh eve sığmıyor.’’

Filmde, Arif karakterinin Müzeyyen’e olan aşkını izliyoruz, bir yandan da ona olan bağımlılığını ve aşkını kutsayışını. Fakat sadece Müzeyyen’e değil, hayata ve çevresindeki insanlara olan bakış açısından da yakalayabiliyoruz bu yalnız kalma korkusunu.

“Bazen insanlar biri yarım sanır, iki yaparak tamamlamaya çalışırlar. Oysa iki lanet bir sayıdır. Kendine yetmez, hep üçe koşar. Bu yüzden arkadaşlarımın evlenmesi hep hüzünlendirir beni.”

Bu sözünde filmi durdurup düşünme sebebim, tüm film boyunca izlediğimiz aşk hikayesi ve Arif’in Müzeyyen’i kaybetme korkusu bir yana, aslında baskın olanın tek başına kalma korkusu olduğunu düşünmemdi. Yani asıl mesele Müzeyyen ya da bir başka kadın değildi başından beri. Arif yalnızlıktan korkuyordu; diğer kaygılı bağlanma tiplerindeki bireylerin yaşadığına benzer şekilde. Kaygılı bağlanma tipinde bireyler, kendilerine değil daha çok karşı tarafa güvenme ve omzunu yaslama eğilimi gösterirler. Bu noktada ayrılık ve tüm benliklerini adadıkları, omuzlarını yasladıkları kişiyle bağlarının kopması onlar için genellikle daha sarsıcıdır.

Bu bireyin çocukluğuna indiğimizde bağlandığı kişi, bakıcısı ya da ebeveyni yanından gittiğinde çocuğun kendisini sakinleştirmekte zorlandığını gözlemleyebiliriz. O kişi yanına geldiğinde de hemen geçen bir zorlanma hali değildir bu, uzun süre devam etmektedir.

fakat müzeyyen bu derin bir tutku

‘’Lütfen Gitme.’’

Arif’in Müzeyyen ile tanıştığı daha ilk sahnede, Müzeyyen ona ‘’Belki de yaparım. Alıp başımı giderim.’’ dedikten sonra kurduğu, ‘’Lütfen gitme’ cümlesi, ilişkilerini özetliyor aslında.

‘’Belki de ayrılıklarla az acılı bir ölüm provası yapıyoruz. Ne kadar çok ayrılık, o kadar hazırsın ölüm acısına.’’

Arif’in iç dünyasında kendiyle kurduğu bu cümlede, ayrılığı ölüme benzetişini de görüyoruz ayrıca. Ayrılmaktan bu kadar korkan biri, karşı tarafa bağımlı bir karakter. ‘’Rüzgarı kendinden menkul bir uçurtma gibi. Ara sıra tellere takılır gibi kadına geri dönüyor.’’ Müzeyyen’in gözünden Arif tek cümlede buydu aslında, kendi sözlerinden de.

 

Kaçıngan Bağlanma ‘’Fakat Müzeyyen…’’

‘’Bana biraz tek taraflı bir tutku gibi geldi.’’ Müzeyyen’in cümlelerinden biridir bu cümle. Filmi, aralarındaki bağlanma stilini de özetleyendir bana kalırsa. Şarkıdan da dördüncü aşk türünü, sevmeden sevenleri örnek verebiliriz belki. Bunun sebebi ise film boyunca Müzeyyen’in sevginin getireceği o derin bağ ve yakınlığından kaçmasıydı. Kaçıngan bağlanma stilinde bireyler, duygusal bir yakınlığa girmekten kaçınırlar; bundan dolayı ise başkalarıyla uzun süreli ilişkiler kurmakta zorlanırlar. Bunun pek çok sebebi olabilir. Örneğin, çocukluklarında ebeveynleri ya da bakıcılarından yeterli duygusal destek görememiş; mesafeli bir şekilde büyütülmüş olabilirler. Bunun sonucunda ise duygusal destek alabilmek için başka birine güvenmek zorunda kalmamak üzerine bir savunma mekanizması kurabilirler. Bu da gelişmiş bir bağımsızlık duygusu yaratır bireylere ama aynı zamanda bağlanma korkusu.

Aslında Müzeyyen’in gideceği filmin başından beri belliydi fakat Arif bunu görmek istememişti. Bağlanma korkusu yaşayan bireyler için bir ilişki sürdürmek ne kadar zorsa, bulunduğu yerde kalmak da bir o kadar zor olabilir. Filmin en sonunda Arif, Müzeyyen’e neden gittiğini sorduğunda Müzeyyen’in verdiği;

‘’Elimde değildi. Kendime engel olamadım.’’ cevabında da görebiliriz bunu.

fakat müzeyyen bu derin bir tutku

Ada Nuhoğlu

 

Editör: İrem Ülkebay

12 Şubat – Bilgisayarını Temizleme Günü ve Neden Kutlanır?

Merhaba sevgili okur. Bugün pek bilinmeyen bir günle karşınızdayım: ‘’12 Şubat Bilgisayarını Temizleme Günü.’’

Fakat bugünün önemi sadece bilgisayar temizliği değil. Neden temizlik yapmaya ihtiyaç duyarız, neden duymalıyız ve düzensizlik nelere yol açar, aşırı düzenlilik nelere sebep olur? Bu soruları anlayabilmek belki ve günlük hayatımızda hiç fark etmeden yaptığımız şeylerle kendimizi biraz da olsa daha iyi tanımak. Bana göre en önemlisi de neyi neden yaptığımızı bilmek.

Keyifli okumalar!

 

İstiflemek

İstifin kelime anlamında, ‘’genellikle aynı türden’’ nesnelerin yığını ifadesi yer almaktadır. Peki neden aynı türden eşyaları yığarız, yani istifleriz? İhtiyacımız olanın da fazlasını alıp bunları saklarız? Bitmesinden korktuğumuzdan ya da kendimizi güvende hissettiğimizden olabilir. Eşyalarla güvende hissetmek nasıl olur, neden güvende hissederiz? Aslında bir tür aitlik hissidir bu. Aynı zamanda bir psikolojik hastalıklar için de el kitabı olarak kullanılan DSM-5’teki Obsesif Kompülsif ve İlgili Bozukluklar kategorisinde karşımıza çıkmaktadır. Tabi ki bu sıradan bir biriktirmek değildir, herhangi bir eşyayı çıkartmak konusunda çok ciddi sıkıntılar yaşama sürecidir. TLC programında da karşımıza çıkan İstifçiler bölümünde de gözlemleyebiliriz bunu. Ayrıca, aşırı biriktirme davranışının ya da bir eşyayı atma konusundaki tereddütün eşyanın maddi değerinden bağımsız olduğunu söylemem gerekir. Her eşyaya olduğundan ve olabileceğinden daha fazla değer yüklemekle ilgilidir, sonuç olarak ise hiçbir eşya atılamaz ve kişi eşyalarla dolu bir evde yaşamaya mahkum bırakır kendisini. 

 

Hiç Eşyanın Olmaması Bağlanmamak mı? 

Breakfast at Tiffany’s

İzlediğim Breakfast at Tiffany’s filminde, Audrey Hepburn’ün canlandırdığı Holly karakterinin evinde dışarıdan getirdiği neredeyse hiç eşya olmaması dikkat çekiyordu.  Sadece eve yerleşirken halihazırda olan eşyalar bulunuyordu evde fakat dışarıdan getirdiği neredeyse hiç eşya yoktu. Eve gelen birinin bu durumu sormasıyla, Holly’nin cevabı bana çok ilginç gelmişti:

‘’If I could find a real-life place that made me feel like Tiffany’s then I’d buy some furniture and give the cat a name!”

Holly, kendisini bir mücevherci dükkanı olan Tiffany’s kadar ait hissettirebilecek bir yer aradığını ve eğer bulursa o zaman evine eşya alıp kedisine isim verebileceğini söylüyordu. Evine eşya almak onun için bir tür bağlanmaktı, aitlik hissiydi ve bunu hissetmeden hiçbir yere bağlanmak istemeyen bir karakterdi Holly. Yıllar önce izlediğim ve hala favori filmlerinden biri olmuştur bu film, izlemek isterseniz ( ki bence kesinlikle izlemelisiniz ) IMDB linkini buraya bırakıyorum.

Çok eşya biriktirmek kadar hiç eşya almamak da dikkat çekebilir, o zaman çok eşya biriktirip istiflediğimizde gerçekten ait olduğumuz çıkarımını mı yaparız? Belki evet belki de hayır; bizim ait olduğumuz nesneler eşyalardır, daha doğrusu istiflerken ait hissettiğimiz. Filmi izlerken aynı zamanda, Holly’nin asıl olayının evine eşya almak ya da kedisini isimlendirmek olmadığını da gördüm, ait hissedebileceği bir yer bir mekan değildi. Ait hissedebileceği biriydi ve bağlanmak istemiyordu Holly, kimsenin onu kendi tabiriyle ‘’bir kafese kapatmasını’’ istemiyordu. Dışarıdan farklı görünen bir olayın psikolojide iç yüzü çok farklı olabiliyor. Bağlanmaktan bahsetmişken, sevgili blog yazarı arkadaşım Şeyma Yılmaz ile birlikte yazdığımız 14 Şubat’ta çıkacak  yazımızda bu konuya iyice değindik, okumak isterseniz bağlantıyı buraya bırakıyorum. Holly’nin bağlanma sorunları belki de evine hiç eşya almayarak ortaya çıkmıştı, onu tanımayan biriyse bunu çok anlamsız bulabilirdi. Bu yüzden sadece dışarıdan bakıp yorum yapmak çoğu zaman yetersiz kalır ve ön yargıları oluşturur. Holly film boyunca da kendini daha iyi tanıyacaktı.

 

Belki Lazım Olur (Genelde Olmuyor)

Ne zaman odamda bir temizliğe, eşyaları düzenlemeye girişsem, atmak istediğim eşya elimde, zihnimde de ‘’lazım olur’’ sözü dolaşıyor olurdu. Peki ne zaman lazım oldu gerçekten? Bunu hatırlamak zor, çünkü genelde eşya kaldırıldığı yerde tozlanıyor halde duruyor olurdu. Yıllar sonra yine aynı eşyayla göz göze geldiğimde yine lazım olacağını düşündüm fakat hiçbir zaman lazım olmadı. Bize bunu düşündürten nedir peki, ileride lazım olur’u hissettiren? Belki zamanı geldiğinde ona ulaşamayacağımızı korkusudur, ona ulaşamazsak pişman olacağımız kaygısıdır. Peki pişmanlığı o kadar derinden mi hissederiz gerçekten? Günlük hayatımızda çoğu şeyi arka plana iterken, büyük olayları bile, o eşyanın artık orada durmayışı bizi o kadar da rahatsız hissedecek bir gerçek olur mu? Bence bunu düşünmemiz daha öncelikli olur o eşyayı artık odamızdan çıkartırken. Kendimi tanıdığımdan beri yapamadığım bir şey bu ve ben de eşyaları saklamayı çok severim, ara sıra bakıp da eski anıları hatırlamayı. Ama bence bunun dozunu iyi ayarlayıp, evimizi ve odamızı yaşanılmayacak bir yere getirmemek önemli. Aksi takdirde biz eşyalara sahip olmuyoruz sadece, o eşyalar bizim yaşam alanımızı kısıtlayıp bizi yönetir hale geliyorlar. Nerede oturup nerede oturamayacağımızı, nerede ders çalışıp nereye adım atamayacağımızı belirler hale geldiklerinde o zaman sorun beliriyor. O zaman hadi, eğer gözünüze çarpan ve yıllardır gereksiz yere durduğunu hissettiğiniz eşyalarınız varsa sizin de çevrenizde, ruhunuzda ve evinizde daha fazla gereksiz yer kaplamadan kurtulmaya çalışalım onlardan. Ki yeni şeylere yer açılabilsin, yeni adımlara, belki yeni eşyalara. Gereksiz eşyalar orada durdukça yeni başlangıçları da engelleyebiliyorlar, benim hissettiğim bu şekilde olmuştu hep. 

 

Ama Anısı Var!

Eşyalarımızı, bilgisayarımızı, odamızı temizlememize engel bir diğer cümle de bu. Anısı var. Bununla ilgili, eğer geçmiş anılardan, iyi ya da kötü, biraz da olsa kurtulmayı ve onlara bağlı yaşamamayı öncelik yaparsak kendimize, gelecek anılar için daha temiz bir sayfa açmış oluruz, o anıların önünü açarız gibi hissettim hep. Geçmiş anılar odamızda sürekli durdukça ve artık alan kaplamaya başladıklarında kendi benliğimizi de o geçmiş anılara mahkum edebiliriz bir süre sonra. Geçmişte yaşamaya başlarız, kendimizi de anı kutumuzun içine hapsederiz. Bu işe istiflemenin en berbat sonucudur bana göre. Gelecek anılar için, iyi ya da kötü alan yaratmayı geçmiş anılar içinde boğulmayarak başarabiliriz. Bunun için de sevgili okurum, anısı varsa bile kurtulmayı deneyebilirsin onların bazılarından. 

 

Aşırı Düzenlilik

Aşırı biriktirme ve istiflemenin yanında bundan aşırı korkmak ve düzenli olunmadığı takdirde, her şeyin yerinde olmamasının getirdiği stresi hissetmenin de bazı sonuçlara yol açabileceği fikrindeyim. Hayatta çoğu şey kontrolümüzde değil, belki bu da bir tür kontrol etme ihtiyacından doğmaktadır. Odayı, kargaşayı, kalabalığı kontrol etmek… Bunun aşırı stres getirdiği ciddi zamanlarda Obsesif Kompülsif Bozukluk ( OKB ) ile bağlantısına da bakılabiliyor. OKB; kişinin aşırı düzenlilik, mükemmeliyetçilik, titizlik ve kurallara aşırı bağlılık özellikleriyle beliren bir bozukluktur. Bu bireyler, detaylara ve düzene karşı aşırı hassas olabilirler. Bunlardan biri ise düzenlilik ve mükemmeliyetçiliktir fakat sevgili okur, her aşırı düzenli kişi de OKB değildir. OKB, bunun bireyin kendisine zarar vermeye başladığı ve bunu hissettiği, yaşamını ciddi ölçüde etkilediği zamanlarda başlar. Eğer bu bozukluğu yaşıyorsanız, her zaman yardım alabileceğinizi ve her şeyin çözümü olduğunu unutmayın. Her duygunuzla çok özelsiniz ve hepsi çok geçerli. Her şeyi hissetmekte ve yaşamakta özgürsünüz.

Yazımı okuduğun için teşekkür ederim sevgili okurum. Huzurlu ve ferah günler diliyorum sana!

Ada Nuhoğlu

 

Editör: İrem Ülkebay

Ağlamamızı Nasıl Durdururuz?

Merhaba sevgili okur!

6 Şubat 2024 tarihi itibariyle geçen sene yaşadığımız deprem felaketinin üzerinden tam 1 yıl geçmiş olacak. Bu sebeple bugünkü yazımda 6 Şubat 2023 tarihinden sonra yazılmaya karar verilmiş ve Prof Dr. Ayşe Bilge Selçuk tarafından kaleme alınmış olan Psikolojik Sağlamlık kitabından yola çıkacağım.

Ancak bu yazımız kitap incelemesi gibi bir formatta olmayacak. Kitabın detaylı incelendiği bir YouTube videosu mevcut. İlgilenenleriniz bu videoya göz atabilir.

Ben biraz daha kendimizden, aslında hepimizin yaşadığı ama çok da konuşmaya fırsat bulamadığı şeylerden bahsedeceğim size.

Mesela ağlamaktan başlayabiliriz. 

Ağlamamızı nasıl durdururuz? Bizi oradan, en dipte olduğumuzu düşündüğümüz andan ne çıkarır? 

Ve “oradan daha erken çıkmayı başaranlar kimlerdir?” gibi soruların yanıtlarını bulmaya çalışacağız kitabımızın ışığında.

 

Kim Gözyaşlarını Daha Çabuk Siler?

“Psikolojik sağlamlık, aksine dinamik bir süreç; gözden geçirilen, geliştirilebilen ve aktive edilebilen bir özellik. İçinde bulunulan olumsuz duruma, olumlu şekilde adapte olmayı mümkün kılıyor. Tek bir formu da yok. Koşullar değiştiğinde psikolojik sağlamlığın formu da değişiyor. ‘Yataktan’ kalkamayacak kadar üzgün ve enerjisiz hisseden birinin kendinde güç bulup yataktan çıkması bile psikolojik sağlamlıktır.” diyor kitapta.

Yani bizim ağlama örneğimizden gidecek olursak; hiç ağlamamak değil de ağladığımızda gözyaşlarımızı silip, elimizi yüzümüzü yıkayıp tekrardan hayata dönebilmek psikolojik sağlamlıkla mümkün.

 

Peki Kimler Ağlamayı Daha Çabuk Durdurur, Yani Kimler Psikolojik Olarak Daha Sağlamdır?

Kitapta bunun için ilk olarak bilişsel esneklik kavramını ele almış yazarımız. Bilişsel esneklik ile kastedilen yeni durumlara adapte olabilmeyi başarabilmek. Zihninde sürekli belli kalıplarla sınırlı kalmayan, öyle de olabilir, bu durumda böyle hareket etmeliyim gibi düşünebilen kişiler bunu başarıyor. 

‘Değişmeyen tek şey değişimdir’ sözünden hareketle hayatımızda sürekli olarak yeni şeylerin gerçekleşebileceğini kabul etmek önemli. Yani hayatın bize getirdiklerine karşı sürekli olarak direnç göstermek bizi bilişsel olarak esnek olmayan biri yapıyor. 

‘’Katı olan şey kırılır, esnek olan ise uyum sağlar; yani gerektiğinde biçim değiştirir ve geri gelir.’’ Cümlesiyle de esneklik konusunu özetliyor yazarımız.

Bilişsel esnekliğin ardından öz düzenleme becerisi geliyor. 

Öz düzenleme kişinin kendisini kontrol edebilmesi demek. Yani göz yaşlarını silmek için gidip mendil alması, sonra yüzünü yıkamak için lavaboya gitmeyi düşünmesi öz düzenleme becerisinin sonucunda gösterilen çabalardır. Bunu başarabilmek için duygularının farkına varmak, yani şu andaki duygusunun tam olarak ne olduğunu ayırt edebilmek önemli. Bizler duygularımızı ve düşüncelerimizi çoğu zaman ayırt edemiyoruz aslında. Genellikle bize ne hissettiğimiz sorulduğunda genelde bizi içinde bulunduğumuz duyguya götüren düşünceden bahsediyoruz.

Duyguya sebep olan düşüncenin farkına varmak da çok önemli. Çünkü çoğu zaman mantık dışı düşüncelerimiz bizi istemediğimiz duygulara götürüyor. O sebeple düşündüklerimizin farkına varmak için aklımızdan geçenleri bir kağıda yazıp nasıl bir mantık içinde olduğumuzu gözden geçirebiliriz.

Bir de olayın davranış boyutu var. Bizim örneğimizdeki davranış ağlamaktı. Ağlamanın kontrol altına alınması için önce bahsettiğim duygu ve düşünce boyutlarının ele alınması gerekiyor.

Kitapta tolerans penceresi başlığıyla ele alınan tolerans meselesi de var.

‘’Aynı olaydan bazımız daha çabuk etkileniriz; stres duygumuz daha hızlı yükselir, daha şiddetli hissedilir ve daha uzun sürer. Bazımızın etkilenmesi ise daha uzun zaman alır, duygumuz daha az yoğunlaşır ve süresi daha kısa olur.’’

Bunu sebebi bizim tolerans derecelerimizin genişliğinin farklı olmasıdır. Psikolojik sağlamlığımız için tolerans penceremizin geniş olması daha iyidir.

Şükür Meselesi

Burada olayı toksik pozitiflik gibi bir yerden ele almayacağız:

‘’Şükretmek, diğer insanlardan daha iyi durumda olmamızla değil; kendi durumumuzun olumlu yönlerini takdir etmemizle ilgili. Yani şükür, bir karşılaştırma yaparak göreceli olarak nerede durduğumuzda ilgili bir his değil; kendi başına, kendi içinde bir değerlendirmenin ortaya çıkardığı bir his. Öte yandan, bizde olan bazı olumlu taraflara herkesin sahip olmadığını fark etmek de, doğal olarak, şükran duyabileceğimiz şeyleri görmemize yardımcı olması bakımından yararlı. Olanı fark edebilmek şüphesiz önemli.’’ 

Kendimizi istemediğimiz düşüncelere, hislere sürüklememek için belki de birçoğumuzun anlatıldığı bir kavram olabilir şükür. Yani ağlayacak duruma gelmemek için bazen elimizdekileri değerlendirmek önemlidir.

 

Sağlam Kafa Sağlam Vücutta Bulunur

Özellikle teknolojinin hayatımıza girmesiyle birlikte çok daha az hareket eder olduk. Artık neredeyse her şeye oturduğumuz yerden ulaşabilme imkanımız var. Bazen bir yürüyüşe bile çıkma düşüncesiyle baş edemediğimiz oluyor. 

Ancak psikolojik sağlamlık üzerinde fiziksel aktivitenin büyük bir yeri var. İnsan vücuduna odaklandığında aslında odaklanmaması gereken birçok şeyin üzerinden çekmiş oluyor dikkatini. Yani sağlam kafa sağlam vücutta bulunur sözündeki sağlam kafa sağlam bir zihin ve psikolojik sağlığımız olarak karşımıza çıkıyor bu sefer.  

‘’Düzenli olarak spor yaptığımızda, kendi başımıza veya başkalarıyla oluşturduğumuz rutin, yani sporu günlük yaşamımıza dahil edebilmede gösterdiğimiz devamlılık bile başlı başına depresif hisleri hafifletebiliyor. Depresyon ve kaygıda hissedilen problemlerden biri, hayattaki kontrolü kaybetmiş olduğumuz düşüncesidir. Hayatımıza kattığımız bir etkinliği rutin haline getirmek, yani bir anlamda dış dünyamızı düzenlemek için iç dünyamızın da düzenlenmesine yardımcı oluyor. Spor bize varsaydığımız fiziksel sınırlarımızı ve bu sınırların aşılabilir olduğunu da gösteriyor. Bu farkındalık da kontrol hissini güçlendiriyor.’’ diye özetleniyor kitapta.

 

Şu Meşhur Mindfullness

Mindfullness’ın Türkçede en yakın karşılığı farkındalık. Yani geçmişi veya geleceği değil içinde bulunulan anı düşünüp bu anın gerekliliklerine odaklanabilmek. Son zamanlarda epey popüler olan meditasyonların da amacı bu. Kişiyi kaygılarından kurtarmak için yapılan çalışmalardan biridir meditasyon. Dikkatimizi ana odaklamak ve akışta kalabilmek üzerinde durulan ana meseledir. Schopenhauer’in Mutlu Olma Sanatı adlı kitabında çokça bahsedilen ve mutlu olmanın en önemli formülü olan akış, kişinin kendini zamanın getirdiklerine bırakması, sürekli geçmişi eleştirerek veya gelecekte ne olacağını düşünürsek değil, içinde bulunulan anda neler yapılabilir bakmak ve de anın keyfini çıkarmak. Bunu ‘pollyanna’cı bir yerden ele almak istemiyorum, demek istediğim kişi kişinin dikkati sürekli olarak geçmişte veya gelecekte olursa andaki birçok şeyi kaçırabilir. Zaten kaygılarımızın büyük bir çoğunluğu içinde bulunduğumuz ana değil, geçmişe veya geleceğe ait kaygılar. Kitapta;

‘’Duygu ve düşüncelerimizi değiştirmeye çalışmadan sadece gözlemlemek akışı mümkün kılıyor. Bunu yapabilmek, bir anlamda zihni terbiye etmeyi gerektiriyor.’’ diyor. 

Bunun için özel bir zaman ayırmamıza gerek olmadığını da söylüyor. Yani bizler farkındalığı günlük hayata adapte edebiliriz. Örneğin bazen yürüyüş yaparken bir anda yavaşlatma düğmesine basıp az sonra gideceğimiz marketi veya dün aldığımız şampuanı değil de içinde bulunduğumuz anı, ağaçları, kuşları düşünüp onlara odaklanıp biraz olsun kendimizi rahatlatabiliriz. Bu sayede sonrasında vereceğimiz kararlar daha mantıklı olacaktır.

Başka Neler Var? 

Son olarak zor zamanlarda bizleri ayakta tutan bazı etkenlerden bahsetmek istiyorum.

Bunların en başında sevdiklerimiz geliyor. Hayat Güzeldir filminde de ele alınan bir konu bu. Kişi içinde bulunduğu zor duruma bazen sevdikleri için katlanabiliyor. Filmdeki babayı hatırlayın, oğlu için nelere katlanıp üstesinden gelmişti?

İnsanın Anlam Arayışı kitabında da Nazilerin esir kampında daha çok direnenlerin bir gün burada kurtulup sevdiklerine kavuşma ümidi olan insanlar olduğundan bahsediyordu. 

Bunun yanında her şeye rağmen kendilerine oyunlar bulanların, daha sağlam durduğunu da söylüyordu. Yani içinde bulunulan durum her ne kadar zor olursa olsun, kendilerini o durumda bile farklı bir şeye odaklanarak hayatta tutmayı başarmışlardı.

Din

Zor durumlarla başa çıkmada dinin de çok büyük bir etkisi olduğundan söz ediyor yazarımız. Kişi hayatın anlamını din ile açıklıyorsa, onun uğruna birçok şeye göğüs gerebiliyor. Her haliyle gözeten ve koruyan bunun yanında kişileri kurtuluşa erdireceğine inanılan bir Tanrının varlığı inancı kişiyi birçok durumda hayata tekrardan bağlıyor.

Mizah

Mizah benim için de zor durumlarda başvurduğum ilk durak. Egonun zarar görmemesi için geliştirdiği savunma mekanizmalarından da biri aynı zamanda. Yani aslında egoya gelen çok ağır bir yük var ve kişi bunun gülünç yanlarını bularak kendisinin zarar görmesini engellemeye çalışıyor. Travmalarımızı bile mizahla anlatır olduk artık. Çünkü ancak böyle başa çıkabiliyoruz belki de.

YouTube da mizah içerikli programların altındaki yorumlarda bunu net bir şekilde gözlemleyebiliyorum aslında. Kişi bazen ağır bir hastalıkla mücadele ederken kendini o zor durumdan biraz olsun uzaklaştırmak, acısını unutmak maksadıyla mizah içerikleriyle zaman geçirebiliyor. Gülmek insanın psikolojik sağlamlığına çok büyük bir fayda sağlıyor yani.

Sanat

Aslında halk tabiriyle ‘kafa dağıtmak’ için en iyi etkinliklerden biri sanatla ilgilenmek. Ancak sadece bunun için de değil; insanların kendilerini ifade etmeleri, duygularını bir şeyler üzerinde gösterebilmeleri için de önemli sanat. İnsanın ruhunu besleyen, hayata bakış açısını değiştirebilen bir alan. Bu sebeple psikolojik sağlamlık için de kıymetli görülüyor. Yani sanatla ilgilenmek kişiye iyi geliyor, kendisini bulmasını sağlıyor.

İşin Felsefesi               

Bunlara ek olarak Stoacı felsefeyi ele alıyor yazarımız. 

‘’Stoacılık felsefesinin temelini oluşturan 4 temel değer; bilgelik, ölçülülük, adalet, cesaret.

“Bilgelik; akla ve mantığa dayalı düşünmeyi, öğrenmeyi salık veriyor. Ölçülülük ise sabırlı olmak ve aşırı tepkilerden kaçınmakla ilgili. Adalet her koşulda adil davranmayı, cesaret sadece olağandışı durumlarda değil günlük yaşam koşullarında da netlik ve bütünlüğü olan kararlar almayı anlatıyor.’’ olarak özetlemiş yazarımız. Aslında psikolojik sağlamlık için benimseyebileceğimiz belki de en akla uygun görüşlerden biri bana göre. Çünkü psikolojik sağlamlığın tüm gerekliliklerini karşılayacak öğretileri var. Bunlardan en ilgimi çekeni doğayla iç içe olmak.

İnsanlar Sanayi Devrimi ile birlikte kent hayatını geliştirdiler ve bizler betonların arasında yaşar olduk. Aslında bu bizlerin çoğu zaman doğadan uzak yaşamasına ve kendimizi dinlendirecek yerlerden uzak kalmamıza sebep oluyor. 

Bazen tüm günün yorgunluğuyla evimize dönmeye çalışırken yolun kenarında gördüğümüz yemyeşil ağaçlar, bazen bir göl ne kadar da hoş gözüküyor gözümüze. İnsan dinlenmek, kendini toplamak, düşüncelerini düzene sokmak için daha çok doğayla vakit geçirmeli diyor Stoacı felsefe.

Stoacı felsefe çok daha detaylı konuşulması gereken bir konu benim gözümde . O sebeple yazımı artık burada noktalayıp belki birgün bu felsefe üzerine daha çok yazabildiğim bir yazıyı sizlerle buluştururum diyorum. 

Son günlerde bana ilham olmuş Martin Luther King’in bir sözüyle bitirmek istiyorum: ‘’Uçamıyorsan, koş; koşamıyorsan, yürü; yürüyemiyorsan, sürün ama ne yaparsan yap, ileri doğru hareket et.’’

Yazar: Şeyma Yılmaz

Editör: İrem Ülkebay


Hatırladıklarımız: Zihnimizdeki Anı Kutumuz

Sevgili okurum, sınavlar yaklaştı malum ve belki final haftasıyla uğraşırken yazımı okuyorsunuz şuan, ya da lisedesiniz ve YKS’ye gün sayıyorsunuz. Belki de hiçbiri değil ama her ihtimale karşı şunu söylemek istiyorum: Sınavlarınız bittiğinde kalsanız da geçseniz de aslında bir şekilde halledeceğinizi biliyorsunuz. Şuan gözünüze korkutucu gelen şeylerle yüzleştiğinizde o olaylarla nasıl başa çıkacağınızı yıllar size çok iyi öğretti, bunu bazen unutabiliyoruz. Sadece zor durumlarla karşı karşıya kalmamız gerekiyor, ancak o zaman hatırlayabiliyoruz.

Peki nasıl hatırlarız? Gerçekten unuttuğumuz şeyleri mi hatırlarız sadece yoksa hafızamızdaki halihazırda var olan bilgileri mi kullanırız hep?

Hatırlamak nedir peki ve unutmak? Biraz bu konuya değinmek istiyorum ben. Hem belki hatırlamak üzerine olan bazı metotlar da işimize yarayabilir sınavlarımızda, gündelik hayatımızda.

Öyleyse hasta olduğumdan bir sıcak bitki çayımı alıp başlıyorum anlatmaya sevgili okurum. Sen de hastaysan, malum salgın mevsimi, senin de sıcak bir şeyler alıp okumaya başlamanı öneririm.
Keyifli okumalar!

Hafıza Nedir?

Hafızanın ne olduğu ve nasıl işlediği üzerine yıllarca kafa yoruldu, hakkında çok şey söylendi. Böylece psikoloji biliminin ana temalarından biri oldu. Peki hafıza gerçekten nedir, her bireyde kendine has mıdır, nasıl işler?

Hafıza bir yetenek olarak tanımlanır aslında psikolojide. Bilgiyi depolama; saklama ve sonrasında ise gerektiğinde kullanabilme yeteneği, yetisi. Hafızayla ilgili ilk çalışmalar felsefe alanında yapılmıştır ve bilişsel psikoloji kapsamında da ele alınmıştır. 

Bu konuya ekstra bir ilginiz varsa eğer, konuyla ilgili bir kaynak da bırakıyorum.

Benim de bu yıl gördüğüm bilişsel psikoloji dersinde en çok ilgimi çeken temalardan biriydi hafıza. Bu yüzden de bu konuya yer vermeyi çok istedim aslında yazımda. Yazımı şekillendiren sebeplerden biri de buydu, aldığım bilişsel psikoloji dersi.

Hafızanın kodlama, depolama ve hatırlama aşamalarına hemen hemen aşinayız. Aslında, bir bilgisayara benzetiyoruz bunu; insan beynini.

Depolama Alanı Dolu!

Bir bilgisayara benzettiğimiz insan beyni ise, her an yeni bilgilerle karşılaşır. Gün içinde o kadar uyarıcıya maruz kalırız ki, bazen ‘’beynim almıyor’’ cümlesini kurmaktan çekinmeyiz. Peki ‘’beynimiz almaz mı’’ gerçekten? Depolama alanımız var mıdır, dolması mümkün müdür? 

Bu noktada ortaya, ‘’bellek izi’’ denen kavram çıkıyor. Birbirine bağlı bir sürü hücre düşünün, bunlar ise bir ağ sisteminde depolanıyor. 

Anılar nasıl oluşuyor peki? Bu depolanan hücreler aralarında senkronize oluşturuyor ve belki hayatımızı anlamlı kılan o anılarımızı meydana getiriyorlar. Bu anılar nasıl hatırlanılıyor peki?

Nöronların aktif olarak kullanılması gerekiyor hatırlamamız için. Uzun süre kullanılmıyorsa bağlantılar zayıflıyor ve sonunda anılar unutuluyor. Kullanılmayan bilgiler siliniyor kısacası, gereksiz yer kaplamamaları ve yeni anılara yer açabilmeleri için. Çok yoğun duygular hissettiğimiz anıları ise daha kolay hatırlıyoruz her zaman. İlk aşkımız, mezuniyetimiz, ilk ayrılıklarımız ve hüzünlerimiz, en yoğun sevinçlerimiz… Bunlar o kadar da kolay unutulmuyor.

Fakat sağlıklı bir beynin, yeni bilgilere yer açamayacak kadar dolu olması pek olası bir durum değil. Her bellek, belli miktarda bilgi işleyebiliyor. 

Dolu dolu bir yaşam geçirmenin kaçınılmaz sonucudur belki unutmak ve çoğu zaman en sağlıklısıdır. Unutmak kavramı hüzünlü gelse de en başta aslında beynimizin işleyişi o şekildedir, hatırlamak da mümkündür çoğu zaman. Buraya ise, hatırladıklarımıza ne kadar güvenebileceğimizle ilgili bir kaynak bırakıyorum.

Hatırlamaya Çalışırken

Yıllar önce hayran kalarak izlediğim Sherlock dizisinde, aklımı çelen bir ayrıntı olmuştu. Sherlock, bazı şeyleri hatırlamak için o zamana dek rastlamadığım bir yönteme başvuruyordu: Hafıza Sarayı.

Diğer bir ismiyle Lokus Metodu’nun amacı, bilgiyi organize edip hatırlarken zihinsel görselleştirmeden faydalanmak, yani bilgileri bilip aşina olduğumuz mekanlarla ilişkilendirmektir. Lokus, “yer” anlamına gelmektedir ve kökeni ise İngilizce “Location” kelimesine dayanmaktadır. Bu metot, “Method of Loci” olarak da adlandırılır.

Herkes evini ya da odasını kullanırken, Sherlock kadar zeki bir karaktere elbette ki saray yakışırdı. O çok etkilendiğim sahnesinde, Sherlock hafıza sarayına gitmek için önce yalnız kalmaya ihtiyaç duyuyor, sonra gözlerini kapatıp oraya gidiyor. Peki oraya nasıl gidilir?

Önce mekana karar vermeniz gerekiyor. Örneğin, çok iyi bildiğiniz bir ev olabilir burası. Sonra ise bu mekanda kullanacağınız rotayı seçin, hareketlerinizi iyi seçmelisiniz. Daha sonrasında ise nesnelerle ilişki kurun, ezberleyeceğiniz bilgileri o mekandaki belirli yerlere yerleştirin. Bu koltuğunuzun üzeri olabilir, televizyonunuz sehpanızın tozlu kenarları olabilir, ya da halınızın altı bile olabilir. Örneğin, ‘’ çalışan bellek’’ kelimesini ezberleyeceksiniz, bunu koltuğunuzda hep aynı yere oturan kedinizin kulağına bile yerleştirebilirsiniz, ama dikkat edin kımıldamasın!

Bu metot, yıllar boyunca pek çok insan tarafından kullanılmış, Leonardo Da Vinci tarafından da çok kullanıldığı için “Da Vinci Metodu” olarak bile adlandırılmış.

Bir sonraki sınavınızda kullanmak için fena bir metot değil bence, ne dersiniz?

‘’Hatırlamaya Çalış… Elinden Geleni Yap’’

Yıllar önce izleyip çok etkilendiğim ‘’Eternal Sunshine of The Spotless Mind’’ filminden sonra ilgi duymaya başlamıştım aslında hafıza konusuna. 

Filmde, birbiriyle tanışıp sevgili olan çiftin, daha sonrasında kötü giden ilişkileriyle birlikte birbirlerini hafızalarından sildirmeleri ele alınıyordu. Bu, o filmin dünyasında çok kullanılan bir yöntemdi. Hatta en çok hafıza sildirilen gün 14 Şubat, Sevgililer Günüydü.

Ve bu konu filmde öyle ele alınıyor ki, filmin akışı bile hafızasını sildiren ama hatırlamaya çalışan birinin gözündenmiş gibi ilerliyor. Siz de izlerken hatırlamaya çalışıyorsunuz sanki olayları, ve anlamlandırmaya.

Filmi belki izlemek isteyen olur diye devamını anlatmayacağım, fakat izlemenizi gerçekten tavsiye ederim. Beni en çok etkileyen sahnelerden birinde, filmdeki ana karakterlerinden biri olan Joel’in elinde bir kağıt vardı, hafıza sildirme işleminden sonra kalan. 

Joel’in sevgilisi Clementine’ı hafızasından sildirdiği ve ilişkilerinden bir daha bahsedilmemesi gerektiği yazıyordu o kağıt parçasında. Burası çok dokunmuştu bana, böyle bir uygulamayı ister miydim diye düşündürtse de, cevabım hayır olmuştu o anda. İyi/kötü hatırlanılan anıların şu anki kişiliğimizi oluşturduğunu düşünüyorum ve anılarımızın geleceğimizi şekillendirebileceğini. 

Aynı zamanda başka bir sahnede, Clementine’ın Joel’e söylediği bir şey daha vardı,

“Lütfen bu anıyı tutmama izin ver. Sadece bu anıyı.”

Filmi izlerseniz bu sahneden benim anlattığımdan daha çok etkileneceğinize eminim, o çaresizlik duygusunu başka bir replik daha iyi hissettiremezdi bence.

Hatırladıklarımız

Anaokulu anılarımız, ilk mezuniyetimiz, lise yıllarımız ve o yıllarda dinlediğimiz şarkılar, onların sözleri, en tatlı arkadaşlıklar ve bebeklik arkadaşlıklarımız, daha sonrasında süren ve belki aşka dönen dostluklar, sonrasında gelen büyük ayrılıklar ve kayıplarımız, cenazeler ve sonrasında yine gelen aydınlık günler, tekrar karanlık günlerimiz, mevsimler ve etrafında dönen hayat, suladığımız ve sulamayı unuttuğumuz bitkilerimiz, belki tanıdık kokular, tanıdık gelmediği için üzüldüğümüz kokular, ilk oyuncaklarımız, son oynadığımız oyun, çocuk parkına en son uğrayışımız, sallandığımız son salıncak ve oynadığımız son saklambaç…

Hepsi, tüm hatırladıklarımızla biziz ve unuttuklarımızla.

Hatırlamak kadar unutmak da hayatımızın parçası, ve umarım hatırladıkların sana acıdan çok mutluluk getirir sevgili okurum.

Harika anılarla süslü güzel bir hayat diliyorum,

Kendine çok iyi bak!

Yazan: Ada Nuhoğlu

Düzenleyen: Damla Akkuş

Yeni Başlangıçlar, Gece Yarısındaki Kütüphanem ve İyi Yer

Merhabalar sevgili okur, seninle tekrar buluşmak harika. Sanırım bir süredir yazı yazmamış olmamın heyecanıyla bu yazıya biraz hızlı bir başlangıç yapacağım. Söyleyeceğim her şeye şununla başlamak istiyorum: Yeni başlangıçlar sandığım kadar kolay olmuyormuş. Tam bu yüzden hadi gel seninle yeni yılın ilk günlerindeyken yeni başlangıçlardan konuşalım. Tabii bunu yaparken bu konuda düşünmemi sağlayan Gece Yarısı Kütüphanesi kitabı ve Good Place dizisinden bahsetmezsem olmaz. Ayrıca elimden geldiğince sana spoiler vermemeye çalışacağım. Öyleyse hadi yazıya geçelim, keyifli okumalar.

 

Gecenin ve Yaşamın Kıyısı

Ben bu hayatta yaşıyorum. Gece Yarısı Kütüphanesi’nin baş kahramanı Nora gecenin ve yaşamın kıyısında, Good Place’in ana karakteri Eleanor ise kıyıdan ötede… Ancak her birimizin ortak bir noktası var. Yeni başlangıçlarla karşı karşıya kalıyor ve hangi başlangıca yöneleceğimizin tercihini nasıl yapacağımızın endişesiyle yol almaya çalışıyoruz.

Hikâyeye Nora’dan başlayalım. Artık yaşamının zorluklarıyla mücadele edemediğini düşünen bir kadın olan Nora, kendisini tam gece yarısında -sanıyorum bu spoiler sayılmaz, isim ele veriyordu- Gece Yarısı Kütüphanesi’nde buluyor. Bu kütüphanedeki tüm kitaplar onun yaşadığı hayatların versiyonları. Burada en sevdiğim konu giriyor işte işin içine. Bilim kurgu sevenlerin vazgeçilmezi, paralel evrenler… Nora bu çeşitli hayatları deneyimleme fırsatı buluyor. Böylece kendi “zor” hayatından sıyrılıp başka alanlara kaçabileceği aralanmış bir pencere bulmuş oluyor kendisine. Bu çeşitli hayatları okumanın zevki ve heyecanından bahsetmiyorum bile. Ama kitabı bir günde bitirdiğimi söylesem yeterince tüyo vermiş olurum sanırım. Nora bu gezintilerinde kimi zaman umutsuzluğa düşüyor, kimi zaman arayıp da bulamadığı eğlencelerin ortasında buluyor kendini.

 

Kıyıdan Geri Dönüş

Bu kitabı okurken benim kendimi nerede bulduğumdan bahsetmek istiyorum biraz da. Yaşam, sonuna kadar, bitmek bilmeyen bir koşuşturmaca gibi geliyor bazen. Bu koşuşturmacaların arasında bir duvar kenarında soluklanacak anlar buluyor ve kimi zaman da bu anları terk etmekten endişeleniyoruz. Kendi adıma üniversiteyi bitirdikten sonra bu soluklanma anında olduğumu fark ettim. İşte şimdi bunu düşünürken bana ait olan Gece Yarısı Kütüphanemde buluyorum kendimi. Hangi hayatı seçmeliyim? Gidebileceğim birçok yol, seçebileceğim birçok alan var. Her birinde farklı yaşantılar ama özünde aynı ben var. Birçok farklı hikâyenin kahramanı olabileceğim bir kitabı seçebilirim bu kütüphanede. Eminim birçoğumuz böyle önemli kararların eşiğindeyken kendi Gece Yarısı Kütüphanelerimizde buluyoruz kendimizi. En çok aklıma takılan soru şu. Seçeceğim kitabın okuru mu yoksa yazarı mı olacağım? Ya yaptığım seçimler “en iyisi” olmazsa…

 

Kıyıdan Ötesi

Şimdi biraz da seçtiğimiz hayata doğru ilerlediğimiz o anı düşünelim. Yani o açık pencerenin ötesine, kıyının diğer tarafına geçtiğimiz zamanı… İşte bu kısımda çok severek izlediğim bir dizi olan Good Place’ten biraz bahsetmenin vakti bence. Good Place bize yaşamdan sonra İyi Yer ve Kötü Yer adlı iki farklı yer olduğunu, yaşamımız boyunca yaptığımız iyiliklerden kazanılan ve yapılan kötülüklerden kaybedilen puanlar sonucu bu iki yerden birine atandığımızı anlatan bir bilim kurgu. Bu aktarım, dizinin çok kısa bir özeti elbette. Dört sezon süren bu dizi, içinde çeşitli felsefi ögeler de barındıran bir absürt komedi dizisi aynı zamanda. İşte baş kahramanımız Eleanor’un İyi Yere’e gitmesiyle başlıyor bu dizi. Olaylar Eleanor’un Kötü Yere ait olmasını düşünmeye başlaması ve ortamdaki bazı diğer “aksaklıklarla” beraber iyice karmaşık hale geliyor. Bazı noktalarda Eleanor yaptığı “kötü” davranışlarla yüzleşip aldığı kararları da sorguluyor. Dizi ne kadar yaşamdan sonrasını anlatıyor olsa da böylece yaşamımız için de bazı sorgulamaları sunuyor bize. Ben de dizideki bu puan konusunu biraz farklı bir bakışla ele almak istiyorum. Yaşamdan sonra değil, yaşamın içerisinde gideceğimiz yolu belirleyen puanlar olarak…

Bahsettiğim üzere dizide yaptığımız her davranışın bizi İyi Yer/kötü Yer arasında bir yere yerleştirmesine yol açacak bir puan karşılığı var. Instagram’da bir arkadaşımızın fotoğrafını beğenmenin bile… Burada başka bir soruda buldum kendimi. Ya yaptığım her tercihin gerçekten buradaki gibi hayatımı etkileyecek bir puanı olsaydı… Acaba her zaman en yüksek puanlı olup “en iyi” görüneni mi seçerdim? Yoksa yine de yapmak isteyeceğim başlangıcın peşinden mi giderdim?

 

Yeni Başlangıçlar ve Doğru Seçimler

Evet şimdi başladığım noktaya geri dönüyorum. Yeni başlangıçlar sandığım kadar kolay olmuyormuş sevgili okurum. Hayatımızın hangi noktasında olursak olalım devamlı kararlar veriyor ve yeni şeylere başlıyoruz. Misal bu yazıyı yazmaya başladığım an da psikoloji bölümüne kayıt yaptırdığım an da yeni birer başlangıçtı benim için. Hatta blog ekibinde yeni döneme ekip lider olarak başlamak da en önemli başlangıçlarımdan biriydi. Söylemeliyim ki üçü de bir yerde çok da kolay olmadı. Kimi zaman “Acaba başka bir bölüm okusaydım nasıl olurdu?” diye düşündüğüm de oldu. “Bunu değil de öbür konuyu mu yazsaydım?” ya da “Yazarlığa devam mı etseydim acaba?” dediğim de… Her biri benim Gece Yarısı Kütüphanemde elime alacağım yeni bir kitabın, içine sızacağım yeni bir hayatın başlangıcıydı nihayetinde. Bir başlangıç diğerlerine yol açacağı için “en doğrusunu” seçmek zorunda olduğumu düşündüğüm birçok zaman oldu. Eminim birçoğunuz hayatınızın en azından bir döneminde benimle bu düşünceyi paylaşmışsınızdır. İşte böylece tıpkı İyi Yer’e götüren puanları toplar gibi en yüksek puanı toplamaya çalıştığımı fark ettiğim zamanlar da oldu. Tabii bu da beni nihayetinde bu yazıyı yazmaya yönlendirdi.

 

Pişmanlıkların Yeri

Nora almadığı kararların pişmanlığını yaşarken Eleanor ise aldığı kararların pişmanlığını yaşıyordu. Ben ya da gerçek dünyadaki her birimiz ise bu iki karakterin iç içe geçmiş versiyonlarını yaşıyoruz. Almadığım bir kararla geride bıraktığım başlangıçlar ve aldığım kararların getirdiği başlangıçlar… Bu noktada en önem verdiğim konu şu: Bir başlangıca dair duyduğum sadece korku ve pişmanlıksa belki de kendime haksızlık ediyorumdur. Elbette aldığım her kararın birer puanı olmasını istemezdim. Ama bütünleşik bir hale gelip hayatıma eninde sonunda etkide bulunduğunu görebiliyorum. Bunlardan dolayı her birimizin endişe duyuyor olmasını da gayet olağan karşılıyorum sevgili okur.

Önümüzde birçok yeni başlangıç bizi beklerken hangi kararlarla nasıl bir başlangıca yol alabileceğimiz elbette kaygı verici olabilir. Ama sanıyorum kendi hikayemizi yazabilmek en heyecan verici olanı. Buna odaklandığımda ve kendi puanlarımı kendi isteğimle toplayabildiğimi fark ettiğimde, endişemin de bana yol gösterici olabileceğini görüyorum. Gördüklerim de bana şunu söyletiyor: Yeni bir başlangıç zorlu ve mücadele dolu görünse de bu kısmını aşıp meyvesini aldığım kısma doğru yol alabilirim. Nihayetinde bu kitabı ben seçtim.

Yeni Bir Başlangıç Daha

İşte şimdi de yepyeni bir başlangıç daha önümüzde duruyor. Yapacağımız, yapmayacağımız, seçeceğimiz ve hatta seçmeyeceklerimizle dolu koca yeni bir yıl… Dilerim bu yeni başlangıç da senin kitabının en merakla okuduğun, pardon yaşadığın, bölümlerinden biri olur. Artık kütüphanemden ayrılma vakti geldi sanıyorum. Sonraki yazılarımızda görüşmek üzere, sevgiyle kal.

Damla Akkuş

Editör: İrem Ülkebay